Perşembe, Eylül 20, 2012

ERMENİ MEZALİMİ -16-

Atatürk’ün kötü gün dostları

Kimi dara düştüğünde, kimi canına kast edildiğinde yetişti. Sıkıntılı İstanbul günlerinin dert ortağı olan İğneciyan, Mustafa Kemal’in ölümüne ancak iki gün dayanabildi; 12 Kasım 1938’de vefat etti. İstanbul’a Çanakkale’nin muzaffer komutanı olarak dönen Mustafa Kemal, Şişli’deki evinde maddi sıkıntı içinde geçen günlerine çok az insanı ortak etti. Onlardan biri İğneciyan adında bir Ermeni’ydi. İğneciyan, Mustafa Kemal’in dar zamanlarında, yardımına ilk koşan kişiydi. Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak üzere Anadolu’ya geçmesi herkes gibi İğneciyan’ın da hayatını değiştirdi. İstanbul hükümeti memurlarınca tutuklanan ve Malta’ya gönderilen İğneciyan’ın bütün servetine el kondu. Beş parasız, aç ve açıkta kalmıştı. Malta’dan döndüğünde kızıyla birlikte Yedikule’de bir gecekonduya sığındı. DUYGUSAL BULUŞMA İğneciyan, hayatını değiştirecek haberi yıllar sonra, 1927’de aldı; Atatürk İstanbul’daydı. Eski dostunu görmek için kendisini heyecanla Dolmabahçe Sarayı’na attı. Yaşadıklarını, uğradığı haksızlığı anlatacaktı. Kapıdaki nöbetçilere, “Adım İğneciyan’dır, ben, Gazi’nin eski dostuyum, onu görmek istiyorum” dedi ama ikna etmeyi başaramadı. Kılık kıyafetine bakıp söylediklerini inandırıcı bulmayan nöbetçiler, her gelişinde İğneciyan’ı saraydan uzaklaştırdı. Bir gün İğneciyan Atatürk’ün saraydan çıkış anına rastladı. Etraf kalabalıktı. Mustafa Kemal’in kapıda belirince İğneciyan’ın kızı atladı, kalabalığı yarıp otomobiline binmek üzereyken yanına yaklaşmayı başardı. Mustafa Kemal’in “Kim bu kız?” sorusunu da kendisi yanıtladı: “Ben İğneciyan’ın kızıyım, Gazi Hazretleri...” Mustafa Kemal kıza hemen eski dostunu sordu. “İçeriye sokmuyorlar” cevabını alınca, çağırttı. İğneciyan başından geçenleri anlatırken, Mustafa Kemal’in gözleri doldu. Araştırma yaptırdı; aynen İğneciyan’ın anlattığı gibi bütün malı mülkü haksız yere elinden alınmıştı. Mustafa Kemal hepsinin iadesini sağladı ve İğneciyan’a maaş bağlattı. Mustafa Kemal’in ölüm haberi, eski dostunu yatağa düşürdü. İğneciyan ancak iki gün yaşabildi; 12 Kasım 1938 günü vefat etti. HAYATINI KURTARDI Şam’da görevli olduğu yıllardı. Mustafa Kemal uyurken çadırını yırtmaya çalışan bıçaklı üç kişinin saldırısını bertaraf eden kişi Garabed Tombalyan’dı. Mustafa Kemal, güvenini kazanan Tombalyan’ı Halep’e para götürmekle görevlendirdi. Heyetleri saldırıya uğrayınca Tombalyan paraları alıp Şam’a geri getirmiş, Mustafa Kemal’e teslim etmişti. Tombalyan’ın sadakatinden emin olan Mustafa Kemal, onu yanından hiç ayırmadı. Tombalyan da İğneciyan gibi Atatürk’ün ölümüne uzun süre dayanamadı ve bir ay sonra 1938’in Aralık ayında vefat etti. Andon Tıngır Yaver Paşa, Kuvayı Milliye’ye yetişemedi ama Osmanlı ordusunda çok kritik görevleri başarıyla yerine getirdi. Başkomutan Serdar Ömer Paşa’nın tercümanı olarak devletin bütün güvenlik sırlarının toplandığı kişiydi. Osmanlı Orduları Başhekimi olan Sarkis Garabetyan 1828’de Yusuf Paşa ile birlikte esir edildi... Türkiye Ermenileri tarihinde geniş bir yere sahip olan Düzçelebiler’e mensup Agop Düzçelebi, Darphaneye teknikte sınıf atlatan kişiydi. Selimiye Kışlası, Tophane’deki Nusretiye Camii, Beyazıt’ın ünlü Yangın Kulesi, Yıldız Köşkü, Ortaköy Camii, Ihlamur Köşkü, Çırağan Sarayı ve Dolmabahçe Sarayı’nın şaheser niteliğindeki cephesine attıkları imza ile nesillerce saray başmimarlığı yapan Balyan ailesinin bıraktığı iz “silinemez” nitelikteydi. İFTİRACILARA EN İYİ CEVAP Velhasıl her birimiz kim bilir kaç kere alkışladık onları; gururla ve coşkuyla; Naşid Özcan’ı, çocukları Adile Naşit-Selim Naşit’i, her gördüğümüzde yüzümüzde sıcak bir tebessüm oluşturan Nubar Terziyan’ı, Sami Hazinses’i “Horoz Nuri” (Vahi Öz)yi, Toto Karaca’yı... Ay-yıldızlı bayrağımızı hem kendisi şeref kürsüsünde dalgalandıran hem de Cemal Kamacı gibi şampiyonlar yetiştiren Garbis Zakaryan’ı, milli sporcularımız Harutyan Artan’ı, Zareh Kalpakcıyan’ı, Sarkis Güllap’ı, 1912 Stockholm Olimpiyatlarına kendi paralarıyla gidip kazandıkları madalyayı Türk Milleti’ne armağan eden Vahram Papazyan ve Mıgırdiç Mıgıryan’ı... On beş gündür biz anlatıyoruz, gelin Türk sinemasının unutulmaz isimlerinden biri Kenan Pars (Kirkor Cezveciyan) yapsın bu yazı dizisinin finalini: “Türkiye’de doğan, Türkiye Cumhuriyeti nüfus cüzdanını taşıyan, bir Türk gibi yaşayan bir adama ne denir? Ben bir Türk’üm. Türk olmanın anlamını hissediyorsan sen de bir Türk’sün.” ASALA terörünü kınamak için kendini yaktı Hastane odasında sargılar içinde yatan adam acıyla kıvranarak birşeyler söylemeye çalışıyor başucunda bekleyen doktorlara: “Bunlar hep emperyalistlerin oyunudur... Onlara ibret olsun istedim... Gayeleri Ermenileri rahatsız edip Türkiye’yi harbe sürüklemek... Aslında Fransız Konsolosluğu’nun önünde yakacaktım kendimi... Çünkü zamanında bunlara cezalarını verseydi böyle şımarmayacaklardı. Orada intihar edecektim... Sonra düşündüm “Bunlar zaten onları tutuyor” dedim, vazgeçtim. Çok sevdiğim Atatürk’ün huzuruna geldim... Vatanım, milletim için her şeyi yaparım... Yalvarırım bütün dünya birleşip bunların kökünü kazısın... Allah Türkiye Cumhuriyeti’ne sabır versin!..” Kesik kesik söylenen bu cümlelerin sahibi Artin Penik’ti. 7 Ağustos 1982 günü Esenboğa Havalimanı’nda 8 kişinin öldüğü, 72 kişinin yaralandığı ASALA eylemini ve Ermeni terörünü protesto etmek istemişti. En “ibret verici” yolun intihar olduğuna karar verdi! 10 Ağustos 1982’de “Atatürk’ün huzuru” dediği Taksim Meydanı’na gitti. Üzerine boca ettiği bidon dolusu benzinin alev alması ve bütün bedenini tutuşturması için bir çakmağı bir kere çakması yetti... Derhal hastaneye kaldırılan Penik saatlerce ameliyatta kaldı, -1 derece suda yıkandı, doktorlar günlerce çabaladı ancak kurtarılamadı. 15 Ağustos 1982’de gözlerini bir daha açmamak üzere kapadı...

ERMENİ MEZALİMİ -15-

Bizim Ermeniler!..
Türk Milleti’nin kurtuluşu için savaştılar, İstiklal Madalyası kazandılar. Saruhan Milletvekili Necati Bey’in 29 Kasım 1920 günü TBMM’ye sunduğu İstiklal Madalyası Kanun Tasarısı 4 Nisan 1921’de yürürlüğe girdi. Kanuna göre “bu madalyanın sahiplerine bütün memurlar, askerler, zabıta ve diğerleri özel hürmette bulunacak” tı. Çünkü onlar 15 Mayıs 1919’dan 9 Eylül 1922 tarihine kadar sürdürülen mücadelenin kahramanları, fedakarlarıydı. ASKERİMİZE DEVEYLE CEPHANE TAŞIDILAR Ön yüzünde ilk TBMM binası ile büyük zaferi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu müjdelen ışık huzmeleri ve milli mücadelenin karargahı Ankara silueti, Kurtuluş Savaşı’yla özdeşleşmiş kağnıyla mermi taşıyan kadın tasviri, arka yüzünde ise Misak-ı Milli sınırlarını gösteren bu anlamlı madalya toplam 95 bin 261 kişiye verildi ve onlardan 13’ü Ermeni’ydi; Ohannes Erkan, Stepan Talaşlıoğlu, Kiyork Gülsöken, Agop Ayık, Karabet Ayvat, Hrant Kiremitçi, Karabet Kargıcı, Ohannes Özçınar, Artin Gülükyan, Petir Sevinç, Vahan Keleşoğlu, Ohannes Kasparyan ve Agop Özel... On dört gün boyunca size ihanetin, cinayetin, vahşetin hikayesini anlattık; başrolde Ermeni komitacılar, çeteler, teröristler, işbirlikçiler, hainler, katiller vardı... Bugün ise “özel hürmette” bulunduğumuz bu 13 kahramanı ve “milleti sadıka” nın diğer sembol isimlerini anacağız. Kendisini kağnıya süren “Elif” ten farkı yoktu Ohannes Özçınar’ın çabasının. Yozgat’tan Kayseri’ye develerle askerimize cephane taşıdı. Yaralandı, üç ay hastanede yattı. Isparta doğumlu Karabet Kargıcı hayvancılıkla uğraşıyordu. Milli mücadele başlayınca babası Kirkor’la beraber cepheye koştu. Esir düştü, sonradan kurtuldu. Kurtuluş Savaşı başladığında İstanbul’da Selimiye kışlasındaydı Artin Gülükyan, Kuvayı Milliye’ye katıldı, tezkeresini Diyarbakır’da aldı. Karabet Ayvat marangozdu. Yunan işgali sırasında Garp cephesinde sonra ise Ankara’da cephe gerisinde görev yaptı. Kurtuluş savaşında sığınakların, karargahların yapımı, bakımı, onarımı Eskişehir’deki askeri inşaatlarda görevli Ohannes Erkan’a emanetti. Agop Ayık, Kırşehir ve Eskişehir’deki taburlarda mücadele etti. BU VATAN İÇİN KAN DÖKTÜLER Agop Martayan (Dilaçar) Atatürk’le ilk olarak Şam’da karşılaştı. Yedek subay olarak katıldığı Kafkas Cephesi’de kahramanca savaşmış, yaralanmış, madalya ile ödüllendirilmişti. Bütün azınlık subayları gibi onun da yeni adresi Güney Cephesi’ydi. Halep yolunda karşılaştığı Hintli albay ile İngiliz askerlere tercümanlık yaptığı için “casusluk” suçlamasıyla gözaltına alındı. Martanyan’ın “hesap vereceği” kişi Mustafa Kemal’di. Agop’la ilgili rapordan geçmişine ilişkin ayrıntılı bilgi sahibi olan Mustafa Kemal sordu: - Nasıl oldu da kaçmadın? Kolaylıkla kaçabilirdin... - (Kafkas Cephesi’nde aldığı madalyayı göstererek) Bu vatan için kan dökmüşüm, bu madalya sahte değildir. - Kafkas Cephesi’nden kaçmayan her halde Şam sokaklarından kaçacak değildir. Emir buyurun süngüyü çıkarsınlar. TÜRK DİLİ ONA EMANET Martayan savaştan sonra kendisini bilime adamı. O tarihe kadar hep yabancı uzmanlarca incelenmiş olan Orhun Abidelerini bu topraklarda ilk okuyan, çözen, anlatan kişiydi; keza Kutadgu Bilig’i de. Martayan’ın Atatürk’ün dikkatini ikinci kere çekmesi de bu sayedeydi; “Türk Yazıtlarının 1200. Yıldönümü” adlı yazı dizisinin yayınlanmasından sonra Martayan Sofya’dan Türk Dil Kurultayı’na davet edildi. Göç ettiği için “vatandaş” değildi; vize alabilmesi söz konusu değildi. Atatürk Martanyan’ı kurultaya “özel davetlisi” olarak getirtti. 25 Eylül 1932’de 1. Türk Dil Kurultayı’na katılan Martanyan TDK başuzmanlığına atandı. Dilaçar soyadını da alanındaki çalışmalarından dolayı Atatürk’ten aldı. Ondan başka İstepan Gurdikyan, Kevork Şimkeşyan gibi birçok dilbilimci Türk diline hizmet etti. Dilaçar yıllar sonra Attatürk’ün tarih tezini eleştirenlere şöyle cevap verecekti: “Atatürk’ün tarih anlayışı şovenist bir tarih anlayışı değildi. O, Batılıların Türklere karşı söyledikleri barbarlık tarihi yakıştırmasını şiddetle reddeder Türklerin medeniyetler kurmuş büyük bir ulus olduğunu kanıtlar. Türk Tarih Tezi budur. Bir ırkın öbür ırktan üstün olduğu iddiasında değildir. Kendini büyük görme hastalığı değildir. Ulusal kimliğine sahip olma, başka uluslardan kendini küçük görmeme ve kendini bulma anlayışıdır. Diğer bir deyimle Türk milletinin diğer milletlerden aşağı olmadığını tarih boyunca medeniyetler kurmuş bir ulus olduğunu ortaya koyan bir tarih anlayışıdır.” Dans ettiği her ortamda izleyenleri kendisine hayran bırakan Atatürk’ün dans öğretmeni Prof. Ardeş Panosyan ve diş doktoru Sürenyan da Ermeniydi. Bir milletin kaderini değiştirdi Berç Keresteciyan, İngilizler’in Bandırma Vapuru’nu batırma planlarını Atatürk’e bildirmeseydi, Türkiye Cumhuriyeti belki de hiç kurulamayacaktı Kurtuluş Savaşı’nın resmen 19 Mayıs 1919’da yani Atatürk’ün Samsun’a çıktığı gün başladığı kabul edilir ya; peki ya Mustafa Kemal Anadolu’ya kavuşamasaydı? Mücadele için kendisi bekleyenlerle buluşamasaydı? Şüphesiz Türk tarihinin seyri bambaşka olacaktı.. Bu buluşmanın perde arkasındaki mimarı devrin Osmanlı Bankası müdürü ve aynı zamanda Hilâl-i Ahmer ikinci başkanı olan Berç Keresteciyan’dı. İLK GAYRİMÜSLİM MİLLETVEKİLİ Mustafa Kemal, yolculuk için son hazırlıklarını yapadursun bir gece Şişli’deki evinin kapısı çalındı. Gelen avukatı Saadeddin Ferid (Talay) Bey’di. Getirdi haber “hayati” öneme sahipti: “İngilizler, Bandırma Gemisi’ni Karadeniz’de batıracaklar. Bu görevin torpidoya mı denizaltına mı verilmesi bile araştırıldı.” Atatürk’ün haberin kaynağını öğrenmek istediğinde “Berç Keresteciyan” yanıtını aldı. Sadreddin Bey, ek olarak, Atatürk’e Keresteciyan’ın “kişiliğinin, doğasının ve ahlakının son derece düzgün olduğu” bilgisini verdi. İhbarı değerlendiren Mustafa Kemal Bandırma Vapuru’na binmekten vazgeçmedi ama biner binmez ilk iş kaptan köşküne çıkarak komutayı ele geçirdi. Daha önceden belirlenen rotayı değiştirdi. Türkçe’nin ilk Etimolojik Sözlüğü’nü hazırlayan dilci Bedros Keresteciyan’ın oğlu olan Berç Keresteciyan, savaş boyunca Türk ordusuna tıbbi malzeme ve ilaç ihtiyacının giderilmesinde de önemli paya sahipti. Mustafa Kemal, 1934 yılında Berç Keresteciyan’ı doğum yeri olan Afyonkarahisar’dan milletvekili adayı gösterdi ve TBMM’ne girmesini sağladı. TBMM’in ilk gayrimüslim milletvekili olan Keresteciyan’a Atatürk’ün isteği ile “Türker” soyadını aldı.

ERMENİ MEZALİMİ -14-

Ermeni vahşeti, 1970’li yıllardan itibaren yeniden ve yeni bir maskeyle sahnedeydi: ASALA

Kahpe pusularda 42 şehit “Birleşmiş bir Ermenistan’ın kurulmasını sağlamak” amacıyla, 1975 yılında Lübnan merkezli olarak kurulan ASALA (Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin Gizli Ermeni Ordusu) ve bağlı örgütleri 1985’e kadar geçen on yılda düzenlediği terör eylemleriyle kin, nefret ve ölüm saçtı ASALA programında iki hedefi olduğunu ilan etmişti: 1. “Yerel gericiler” dedikleri kendilerine destek vermeyen Ermeniler 2. “Türk emperyalizmi” ! SİNSİ TUZAKLA ÖLÜME DAVET ETTİ Diplomatlarımıza dönük Ermeni suikastları, 27 Ocak 1973 günü Los Angeles’ta Başkonsolosumuz Mehmet Baydar ve Konsolosumuz Bahadır Demri’n şehit edilmesiyle başladı. Katil 78 yaşında bir Ermeniydi; Gurgen Yanikiyan! 78 yaşındaki biri korunan iki diplomatı nasıl öldürebilir değil mi? Sinsi bir plan dahilinde tabii ki! Yanikiyan elinde Abdülhamit’e ait bir tablo olduğunu ve bunu Türkiye’ye armağan etmek istediğini belirterek Baydar ve Demir’i Santa Barbara’daki Baltimore Oteli’ne davet etti. Otele geldiklerinde diplomatlarımızın üzerine ateş açan Yanikiyan, her ne kadar yakalanıp yargılansa ve müebbede mahkum edilse de 31 Aralık 1984’te af ile serbest bırakıldı! Daniş Tunalıgil, Viyana Büyükelçimizdi. 22 Ekim 1975’te, makam odasına giren üç kişinin Türkçe olarak yönelttiği “Siz sefir misiniz” sorusuna verdiği “Evet” ağzından çıkan son kelimeydi. Otomatik silahlarla taranan Tunalıgil orada can verdi. AİLELERİNİ DE KATLETTİLER Paris Büyükelçimiz İsmail Erez ve şoförü Talip Yener 24 Ekim 1975 günü elçilik binası yakınındaki Seine nehri üzerinde köprüden geçerken pusuya düşülerek katledildi. Ermeni terörü, ASALA adıyla ilk kez Beyrut’ta 16 Şubat 1976 günü Büyükelçilik Başkatibimiz Oktar Cirit’e düzenlediği suikastla ortaya çıktı. Vatikan Büyükelçimiz Taha Carım, 9 Haziran 1977’de evinin önünde uğradığı saldırıda hayatını kaybetti. 2 Haziran 1978’de Madrid Büyükelçimiz Zeki Kuneralp’in makam aracına açılan ateş sonunda eşi Necla Kuneralp ile birlikte emekli büyükelçi Beşir Balcıoğlu ve makam şoförlü Antonıo Torres de hayatını kaybetti. 12 Ekim 1979’da Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları ve ASALA’nın hedefinde bu kez Lahey Büyükelçimiz Özdemir Benler’in oğlu Ahmet Benler vardı. “Türk hükümeti Ermenilere hak tanımadığı için Avrupa’daki Türk diplomatlarını öldürüyoruz” diyen teröristler Paris’teki ikinci saldırılarını 22 Aralık 1979’da Turizm Müşaviri Yılmaz Çolpan’a düzenledi. Türkiye Atina Büyükelçiliği İdari Ataşesi Galip Özmen’e 31 Temmuz 1980 günü düzenlenen suikastta 14 yaşındaki kızı Neslihan Özmen de can verdi. Özmen’in eşi Sevil ve oğlu Kaan ise yaralı olarak kurtulabildi. Avustralya Başkonsolosumuz Şarık Arıyak ve koruma görevlisi Engin Sever 17 Aralık 1980’de şehit edildi. 4 Mart 1981 ’de Ermeni terörü bir kere daha Paris’te kendini gösterdi. Paris Büyükelçiliği Çalışma Ataşesi Reşat Moralı ve din görevlisi Tecelli Arı arabalarına binerken silahlı saldırıya uğradı. Türkiye bu saldırıdan sonra diplomatlarını etkin şekilde koruyamadığı gerekçesiyle Fransa’ya protesto notası verdi. Cenevre Başkonsolosluğu Sözleşmeli Sekreteri Savaş Yeryüz 9 Haziran 1981’de, Paris Başkonsolosluğu güvenlik görevlisi Cemal Özen 24 Eylül 1981’de şehit edildiler. Paris’teki saldırıda konsoloslukta bulunan 56 Türk rehin alındı. Başkonsolos Kaya İnal yaralandı. ESENBOĞA KANA BULANDI Los Angeles’taki ikinci Ermeni saldırısı 28 Ocak 1982’de gerçekleşti. Başkonsolosumuz Kemal Arıkan şehit edildi. 4 Mayıs 1982’de yine ABD’de bu kez Boston Fahri Konsolosumuz Orhan Gündüz, 8 Nisan 1982’de de Ottowa Ticaret Müşaviri Kani Güngör, 27 Ağustos 1982’de de Ottowa Büyükelçiliği Askeri Ataşesi Atilla Altıkat şehit edildi. Lizbon Büyükelçiliği İdari Ataşesi Erkut Akbay, 7 Haziran 1982’de otomobilinde uğradığı silahlı saldırıda, eşi Nadide Akbay da yaralı olarak kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi. 7 Ağustos 1982’de ASALA Türkiye’deydi. 2 Ermeni teröristin Ankara Esenboğa Havalimanına düzenlediği baskında 8 kişi öldü 72 kişi yaralandı! 9 Eylül 1982’de Burgaz Başkonsolosluğu İdari Ateşesi Bora Süelkan, 9 Mart 1983’te Belgrad Büyükelçisi Galip Balkar, 14 Temmuz 1983’te Brüksel Büyükelçiliği İdari Ataşesi Dursun Aksoy, 27 Temmuz 1983’te Lizbon Büyükelçilik Müsteşarı Yurtsev Mıhçığlu’nun eşi Cahide Mıhçıoğlu, 28 Nisan 1984’te Tahran Büyükelçiliği sekreteri Şadiye Yönder’in eşi işadamı Işık Yönder, 20 Haziran 1984’te Viyana Büyükelçiliği Çalışma Ataşesi Erdoğan Özen, 19 Kasım 1984’te Viyana’da BM temsilciliğinde görevli Enver Ergun, 7 Ekim 1991’de Atina Basın Ataşesi Çetin Görgü, 11 Aralık 1993’te Bağdat İdari Ataşesi Çağlar Yücel, 4 Temmuz 1994’te Atina’da müsteşar Haluk Sipahioğlu katledildi. PKK’yla işbirliği Dehşet saçan terör saldırıları dünya kamuoyunda tepki toplamaya başlayınca, 1980’lerden itibaren Ermeni caniler kendilerini PKK’yla kamufleye çalıştılar. 9 Kasım 1980’de Strazburg Türk Başkonsolosluğu’na ve 19 Kasım 1980’de Roma’daki Türk Hava Yolları bürosuna yapılan saldırıları ASALA ile birlikte PKK da üstlendi. Ermeni Yazarlar Birliği teröristbaşı Abdullah Öcalan’ı “onur üyesi” seçti. Gerekçeleri “Büyük Ermenistan hayali fikrine katkıları” idi. Ermeni örgütlenmeleri kendi bünyelerinde Kürdistan komiteleri kurdu. Hınçakların 4 Haziran 1993’teki toplantısı ASALA ve PKK militanlarının katılımıyla PKK’nın Beyrut kampında yapıldı!

ERMENİ MEZALİMİ -13-

Hamile kadınların karınlarını deştiler...

Canilik, sapıklık, sapkınlık ne ararsan onlarda; Ermeni çeteciler “dünya psikopatlık tarihi” ne adlarını altın harflerle yazdırdılar... Mezalim külliyatı! Canilik, sapıklık, sapkınlık ne ararsan onlarda; Ermeni çeteciler “dünya psikopatlık tarihi”ne adlarını altın harflerle yazdırdılar. Balkan Savaşları’nda aldığı ağır yenilginin ardından değil bir “dünya savaşı”na girmek kendi “tebaa”sıyla dahi başa çıkabilecek durumda değil Osmanlı... Hem madden, hem manen kanadı kolu kırık bir halde sürüyor askerlerini cepheye... Evlat, baba, kardeş, ağabey, eş, sevdalı yolu beklerken “harap ve bitap” halde Anadolu... Tutunacak bir dal ararken, evi, barkı, tarlası, tezeği de çekiliyor altından; can sökülüyor canından... Hem de bakın nasıl ve kimler tarafından: HAMİLE KADINLARIN KARINLARINI DEŞTİLER Taşnak Komitası üyeleri Türk evlerini kundaklıyor... Su kanallarına hayvan leşleri tıkanıyor, çeşme ve kuyulara leş atılıyor, ezan vakitlerinde kilise çanları çalınıyor, kandiller kurşunlanıyor, camiye gidenler öldürülüyor... Rusların sınırı geçmesinden sonra Eski Erzurum Mebusu Karakin Pastırmacıyan’ın 1200 kişilik Ermeni çetesi, köyleri dolaşarak, güzel kadınların ırzına geçiyor, beğenmediklerini işkenceyle öldürüyor, hamile kadınların karınlarını deşerek bebeklerini çıkarıyor... Kavak Köyü’nde Keleş Ağa’nın gelinini öldürüp, oğullarını kazığa oturtuyorlar... AĞZINA KAZIK ÇAKILAN YAŞLI ADAM 70 yaşındaki Gevaş müftüsünün ağzına balta sapı büyüklüğünde bir kazık çakıyorlar, dilini koparıp bu kazığın üstüne çiviliyorlar. Dirisine yaptıkları yetmiyor ölüsüne de işkence ediyorlar. Ayaklarını kesip kucağına koyuyor, sakalını ve ellerini yakıyorlar... Mülazımı evvel Şükrü Efendi’nin 80 yaşındaki amcası Tayyar’ı ellerinden kapıya çiviledikten sonra, burnu, kulakları ve çenesini keserek katlediyorlar. Van’da, muhasebe memurluğundan emekli Beşiroğlu Derviş Efendi’nin Hayriye ve Şadiye adındaki kızlarına, babalarının, annelerinin ve enişteleri Hayri Efendi’nin gözleri önünde tecavüz ediyorlar. Muş’a bağlı Ağcaviran Köyü’nden Musa ve Sadullah Bey’lerle 10 arkadaşlarını gözlerini oyarak öldürüyorlar... Emin Paşa Mahallesi’nden gardiyan Ali’yi, eşini, gelinini, 2 yeğenini, inzibat memuru Bayram’ın 7 yaşındaki oğlunu, Mustafa’nın eşini, 2 çocuğunu, Hacı Kaya oğlu İbrahim Çavuş’un eşini koyun gibi boğazlıyorlar... Cami-i Kebir Mahallesindeki Kasım’ın 2 çocuğunu ise anneleri Ayşe’nin gözü önünde boğazlıyor, sonra da kadını öldürüyorlar... Mahmudin’e bağlı Mirgehi Köyü’nde 27’si erkek 12’si kadın ve 18’i çocuk toplam 57 kişiyi boğazlayıp, kız ve gelinlere tecavüz ediyorlar... Tebriz Kapısı Mahallesinde savaşta olan Salih’in eşini, 5 ile 15 yaşları arasındaki 4 kızını, kız kardeşini ve ailesinden 17 kişiyi parçalıyorlar... 90 yaşındaki mahalle imamı İsa Efendi, 70’lik emekli öğretmen Rasif Efendi, Hayretiye Camii imamı Hacı Derviş Efendi’yi birer eşeğe bindirip, günlerce sokak sokak gezdiriyorlar. Sakalları ve bıyıkları kesilip yüzlerine insan pisliği sürülen bu yaşlıları parçalara ayırarak, işkenceyle öldürüyorlar. Rasif Efendi’nin 60 yaşındaki karısına tecavüz ediyor sonra da cinsel organına odun sokup acı içinde can verişini izliyorlar. Ordudan geri kalan yaralı askerler, Pastırmacıyan’ın çetesi tarafından kılıçtan geçiriliyor... Malazgirt’in Beksam köyünde berber İlyas oğlu Şevket ve iki eşinin gözleri önünde kızlarına tecavüz ediyorlar.. Şevket yavrularını bırakmalarını isteyince onu ve ailesinin geri kalanını da işkenceyle öldürüyorlar... Mehmet Bey Mahallesinde Sadullah’ın kızı ve Seher’in 5 ile 7 yaşındaki çocuklarını annelerinin elinden alarak kama ile parçalıyorlar. Abbas’ın karısı ve 3 kız çocuğunu doğruyorlar... DİRİ DİRİ YAKTILAR Halil Çavuş’un eşi Ayşe ve kız kardeşi ile 80 yaşlarındaki Hacı Abdullah Efendi ve eşini önce dövüyor ardından da kafaları taşla eziyorlar... Molla Kasım Köyü’nde 70 yaşındaki Fevzi Ağa’nın kafasını kesip karısının kucağına veriyorlar. Gelini Hayriye’yi öldürüyorlar. Zahide ve Fatma isminde ki gelin zorla götürülmeye çalışılırken kendilerini köprüden Mermit Çayı’na atıyorlar... Van Hastanesi’nde 80 kadar hastayı diri diri yakıyorlar... Katırcı mahallesinden peynirci Recep oğlu Mahmut’un 4 çocuğu ve eşine, mülazım Hüsnü Efendi’nin de 12 yaşındaki kurşun yarası olan kızına defalarca tecavüz ediyorlar... KATLİAMLARIYLA ÖVÜNÜYORLAR Bırakın sayfalar doldurmayı, gazetede tefrikayı; böyle sadece isimleri ve katlediliş biçimlerini sıralasak alt alta bu bile yeter Ermeni mezaliminin “külliyat” olmasına... Üstelik rivayet de değil hiçbiri; kulaktan kulağa, ağızdan ağza aktarıla aktarıla haberdar edildiğimiz acı hatıralar değil hani şu çok yüzleşmek istedikleri tarihimizden “belgeli” sayfalar. Bakın Ermeniler, kendileri Amerika’da yayınladıkları Goçnak gazetesinde ne yazıyorlar: “Van’da 1500 kadar çoluk çocuk ve kadından başka Türk kalmadı!” Sadece bu bölgeden 1 milyon 200 bin Türk’ün göç ettiğini ve bunların 700 bininin yolda hayatını kaybettiğini bildiren Ergünöz Akçora, İngiliz Yüksek Komiserliği’ne sunulan raporları kaynak gösteriyor yazdıklarına... Tanıklar anlatıyor 1900 doğumlu Muhammed Reşid Güler 15-16 yaşlarındayken şahit olduğu dehşetengiz cinayetleri dün gibi hatırlıyor: “Tımar’ın, Başkale’nin, Özalp’ın köylerinde Müslüman halkın evlerine ot tıkayıp ateşe veriyor, dışarı kaçmak isteyenleri de kurşunla, süngüyle öldürüyorlardı. Zulüm ve işkencenin haddi hesabı yoktu. Erkeklerin derilerini yüzüyor, uzuvlarını kesiyor; kadınların da namuslarını kirletiyor, kazığa oturtuyorlardı...” Mezalimin bir başka tanığı 1883 doğumlu Salih Taşçı da yıllar sonra şöyle anlatıyor en acı yıllarını: “Van gölünde eskiden yelkenli gemiler vardı. O kadar çok zulmettiler ki, gemilere doldurdukları insanları, öldürmekten bıktıkları insanları, diri diri suya attılar. Ermeniler o ihtiyar insanlarımızı alınlarından, ellerinden duvarlara çivilediler...” Bekir Yörük ve ailesi göç ederken “çok yaşlı” olan amcaları Teren Ağa’yı bırakmışlar Van’da. Ve sonra; “Van’dan ayrılırken onu götürememiştik. Karısı, kızı, iki torunu da kaldı. Ermeni tığaları amcamı, o çocukları baltayla parçalayıp öldürmüş. Kızı, burada Amerikan okulu vardı oraya sığınmış. Ermeniler onu da binanın ikinci katından atıp şehit etmişler... Van’ın boşaltılmasından üç gün sonra şehitleri toplamaya gittik. Yüzlerce yaşlı kadını, kazığa oturtmuşlar...”

ERMENİ MEZALİMİ -12-

Van gölü, kan gölüne döndü

Kadınlar Ermenilerin eline düşmektense kendilerini suya attılar. Van Zeve doğumlu İbrahim Sargın, Ermeni dehşetine tanık olduğunda 11 yaşındaydı. Bir tek şey diyebildim okurken anlattıklarını: “Bunları yapanlar insan olamazlar!..” Kim bilir o bir ömür nasıl taşıdı; gözünü her kapattığında zihninde beliren bu kanlı fotoğrafların, kulağında durmaksızın çınlayan feryat-figanın acısını... Dayanması zor biliyorum ama, ancak bunları okursanız anlarsınız sözde soykırım iddialarını dillendirenlerin “arşivlerin açılması” ndan neden kaçtıklarını... ÇOCUKLAR KUŞ YAVRUSU GİBİ YERE DÜŞÜYORDU İşte 11 yaşındaki bir çocuğun zihnine kazındığı şekliyle, insanlığın ve ona ait bütün değerlerin soykırıma uğradığı Anadolu’dan mezalim manzaraları: “Ermeniler mevzilerdeki Türkleri şehit ederek köye girdiler. Bir insan deryası 2000-3000 kişi o yana bu yana kaçışmaya başladı. Köy yanıyordu. O küçük çocukları havaya atıyorlar, altına süngü tutuyorlar. Süngü çocukların karnına batıyor. Çocuklar cıyaklayarak kuş yavrusu gibi yere düşüyordu. O kadınların bir kısmı, gelinlerin bir kısmı, kendilerini suya attılar. Bir kısmı da, ot toylarını ateşe verdiler, kendilerini bu ot toylarının içine attılar. Böylece sanki pervane gibi dönüyorlar, hem de türkü tutturuyorlardı: ” Gelin kızlar, bizim düğünümüz var. Bugün bizim düğün günümüzdür... Bir kısım kadınlarımızı ve çocuklarımızı ise, samanlara ateş atıp yaktılar. Diğerlerini ise koyun boğazlar gibi kestiler. Orada tek bir çocuk kalmadı. Seyyat Onbaşı’yı diri diri tuttular, yatırdılar, soydular, çıplak bir vaziyette omzundan yardılar, derisini yüzdüler, sonra dediler ki, “Sultan Reşat terfi vermiş, omuzlarına madalya takmışlar” . Kollarını kestiler. Yanlarına, derisini yüzüp cep yaptılar. TECAVÜZE UĞRAYAN KADINLAR KURTULMAK İÇİN ÖLMEK İSTİYORDU Biz bir müddet Bardakçı köyünde kaldık. Bu köyde amcam kızı Seher bize anlatıyordu, yemin ederek anlatıyordu. Diyordu ki “Akşam oldu mu bizim içimize Ermeniler gelirdi. 150 tane kadar kadın içinden 10-11 tanesini seçip götürürlerdi. Sabaha kadar bu kadınlara tecavüz ederlerdi. Bu kadınlar öyle olurdu ki kan revan içinde kalır, bırakıldıklarında bacaklarını gere gere yatar, oturamayacak durumda kalırlardı.” Yine amcam kızı bir durumu daha bize naklederken, “Bir kadın ekmek yapıyor. Bu sırada yanıma gelen Ermeniler ’Sen ne yapıyorsun?’dediklerinde ’Vallaha gördüğünüz gibi ekmek yapıyorum ‘Ermeniler’ Sana kebap lazım değil mi?’, deyip, süngüyü küçük çocuğa vurduğu gibi tandırın içine yuvarlıyor. Tandırın içinde cayır cayır yanmaya başlıyor. Kadının gözleri önünde çocuğunu diri diri yakıyorlar” diye anlattı. Yine Van’dan, bu kez Ayanıs doğumlu bir tanık Hacı Zekeriya Koç anlatıyor bu kez: “Annemin amcasının hanımını Ermeniler vurmuşlar, çocuğu daha memede. Bir Ermeni gelip çocuğu süngüsüyle vurdu, çocuk orada öldü. Kaçabilen kaçıyor, kaçamayanları da gazyağı döküp yakıyorlardı. Bizim köyde Hacı Ümmet’in dayısı Hamza vardı... Öldürmeden butlarına cep yapıp ellerini soktular. Çok afedersiniz organını kesip ağzına, burnunu kesip arkasına koydular. Bizi Alaköy’e getirdiler, orada bizi bir samanlığa doldurdular. Kafiledeki çocuklar açlıktan feryat etmeye başladık. O dinsiz kafirler, öldürdükleri erkeklerin ellerini, ayaklarını, çeşitli uzuvlarını kesip pişirip getirdiler. Çocuklar anlamadı ama, kadınlar onları yedirmediler, açlıktan ölmek daha iyi deyip çocuklarına durumu anlattılar. Mermit çayına geldiğimiz zaman, kadınların bir kısmı, Ermenilerin elinde ölmektense kendilerini suya attılar...” AĞITLAR BOŞA YAKILMADI... Ermenilerle aynı okulda okuyan Şeyh Cemal Talay, 13 yaşında ders çalışmak bahanesiyle kandırılan arkadaşlarının başına geleni hiç unutamadı: “ Okul, hükümet konağının yanında. Onlar Rüştü’yü Sanayi Çarşısı’nın olduğu yerdeki Isıtma köprüsüne getiriyorlar. Irzına geçip, türlü hakaretlere uğrattıktan sonra öldürüyorlar. Ailesi ertesi gün cesedi buldu. Onun için bir de türkü yaktılar: Arabaya bindim belim büküldü, Zalim atlı vurdu, kanım döküldü. Aradım, bulamadım derdime derman, aman başıma Ferman.” Kızarttıkları çocukları ailelerine yedireceklerdi Savaş suçu, insanlık suçu, cinayet, katliam, vahşet, dehşet, acımasızlık, nefret... Bu kavramların hiçbiri yetmiyor şimdi aktaracaklarımı tarife. Askeri Tarih Belgeleri Dergisi’nin 81. sayısında aktarılan olaya göre, Perkal Köyü’nde Ermeniler iki çocuğu tandırda pişirdikten sonra etlerini anne ve babasına yedirmek istediler. Evlatlarını yememekte direnen anne ve babayı katlettiler. Evin ninesi Nezo Hatun şahit olduğu bu vahşetten sonra aklını kaybetti! Genelkurmay Stratejik Etüd Başkanlığı arşivinde bulunan 15 Mart 1915 tarihli bir belgeye göre de, benzer bir olay Kavlit Köyü’nde de yaşandı. Köy sakinlerinden Hacı Molla Sait’e kızını kendi elleriyle boğazlamasını söyleyen caniler, baba her “hayır” dediğinde bir organını keserek işkenceyle öldürdüler. Aynı köyde yaşayan 7 yaşındaki Fatma ve 9 yaşındaki Güfaz’a defalarca tecavüz eden Ermeniler, Çarıksız Köyü’nde de bir çocuğu süngüye takıp kuzu çevirir gibi kızarttılar. Trabzon’da yeni doğmuş bebekleri havaya fırlatıp altlarına koydukları süngülerin üzerine düşmelerini izlediler. Ustici Köyü’nde 6 aylık bir bebeği diri diri tandır ateşine atılan Zeliha adlı kadını, bir bacağı ateşte, eli kolu bağlı, yavrusunun ölümünü izlemeye mecbur edip zulmettiler.

ERMENİ MEZALİMİ -11-

Topraktan Ermenilerin katlettiği Türklerin kemikleri fışkırıyor!..

At, eşek, köpek iskeletlerinden “sözde soykırım” veya “derin devlet cinayetleri” delili yaratmaya çalışanlar bu gerçeğe kör... Van, Erzurum, Kars ve Iğdır’da ortaya çıkarılan toplu mezarlarda, bilim adamlarının işkence ile öldürüldüklerini tespit ettiği yüzlerce Türk’ün kemikleri çıkarıldı. Birinci Dünya Savaşı’nda Anadolu’da Ermeniler tarafından katledilen Türklerin “belgelenmiş” sayısı 517 bin 955. Tarihçiler,olayların tarihi ve yeri belli olduğu halde sayı tespiti yapılamayan mezalim kurbanlarıyla bu sayının 2 milyonu bulduğunu söylüyor. 1897 doğumlu Ayşe Sevimli, “Cephane yok, silah yardımı yok... Ermeniler köye girdiler. Mevzilerde şehit olanlar oldu. Diğerlerini evlere doldurup gazyağı döküp ateşe verdiler. Aşağılarda bir samanlık vardı. Biz oraya saklandık. Ermeniler buldukları herkesi öldürdüler. Samanlığa da ateş ettiler. Bizden başka iki kadın daha kurtuldu. Gece yarısı dışarıya çıktık, ya Rabbi kimseye gösterme, kan, ateş, inlemeler, feryatlar göğe yükseliyordu. Birisinin butlarına cepler açıp nişanlar çizdiklerini, eziyet ettiklerini gördüm. Bu Seyyad Onbaşı idi. Derenin öbür tarafında beş erkeği kollarından birbirlerine bağlamış, kurşun sıkıyorlardı. Onlar yere yıkılınca defalarca süngüleyerek öldürdüler. Allahım sen gösterme bir daha” diyor Zeve’de yaşadıklarını anlatırken. İŞKENCE İZLERİ... Van’ın Çitören köyü yakınında olan Zeve şehitliğindeki toplu mezar, katliamın tanıklarından İbrahim Sargın’ın ifadeleri doğrultusunda bulundu. 4 Nisan 1990’da yapılan kazıda, kafatasları kırık ve ezik, kemikleri çatlak ve yanık iskeletler bulundu. 8 köyden topladıkları 2 bin 2 bin 500 kişiyi Zeve’de rasgele evlere ve ahırlara dolduran Ermeniler, her türlü işkenceyi yapıp üzerlerine ateş açmış, sonra da her yeri yakmışlardı. Yine Van’da, bu kez Erciş’e bağlı Çavuşoğlu’nda bir evin temel hafriyatı sırasında tesadüfen bulunan 5’i kadın 9 insan iskeleti üzerinde yapılan antropolojik inceleme, uğradıkları vahşetin boyutlarını ortaya koydu. Biri 15 yaşındaki bir kız çocuğuna, ikisi 17-18 yaşlarında, diğerleri de 30 yaş ve üstü Türkler’e ait bu iskeletler üzerinde inceleme yapan Prof. Dr. Metin Özbek,hepsinin kafataslarında kesici aletlerin bıraktığı darbe izlerinin bulunduğuna dikkat çekti ve bilimsel hükmünü verdi: “Bilinçli olarak katledilmiş ve işkence ile öldürülmüşlerdir!” Hacettepe Üniversitesi’nde hazırlanan rapora göre kadınlara ait kafataslarından birinde beyin hedef alınarak indirilen iki darbe izi, diğerinde dört kesme izi vardı. Balta olabileceği düşünülen kesici alet kafatasını yarıp beyne kadar girmişti. Erkeklere ait kafataslarından birinden kurbanın önce kulağının koparıldığı, sonra sol gözünün oyulduğu, beyne giren üçüncü darbeden sonra, tam tepesinden bir dördüncüsünün ve bütün kafatasını yaran beşincisinin indirildiği anlaşılıyordu. Bu kişi dehşetli saldırının ardından bir de ateşe atılmıştı! Diğer kafatasları da aynı izleri taşıyordu; aralarındaki tek fark ölümcül darbenin kaçıncı vuruşta geldiğiydi! 26 Haziran 1991’de Arkeolog Prof. Dr. Cevat Başaran başkanlığında Kars Subatan’da yapılan kazıdaki ilk mezarın en üst tabakasında -1 yaş arası bebeklere ait iskeletler, birkaç metre derininde 12 çocuk ve 3 yetişkin olmak üzere 15 iskelet, Köseoğlulları Mahallesindeki ikinci mezarda 180 iskelet, Tıttıp sokağındaki üçüncü mezarda 257’nin üzerinde çocuk iskeleti ve Köy caminin güneyinde ki samanlıkta 350’nin üzerinde iskelet ortaya çıkarıldı. İlk mezarda ortaya çıkarılan kadın iskeleti kucağındaki kız çocuğuna sarılmış haldeydi! YOLLAR KÖPEKLERİN YEDİĞİ CESETLERLE KAPLIYDI Ermeni vahşetinin 120 yaşındaki tanığı Fariz Öztürk ve 95 yaşındaki Durağa Öztürk’ün “Kafalarına balta vurularak ve karınlarına süngü sokularak öldürülenler sokaklarda bırakıldılar” dedikleri Subatan’a giren Türk askerlerinin karşılaştığı manzara bu ifadeleri doğrular nitelikteydi. Ağır bir kokuyla kaplanan Subatan sokakları köpeklerce yenilmiş cesetlerle doluydu. TANDIR DAMI KATLİAMI Kazım Karabekir’in hatırlarında verdiği bilgilerden yola çıkılarak 7 Ekim 1988 günü yapılan Erzurum Yeşilyayla kazısında, bir samanlığa doldurularak yakılmış yaşlı, erkek, kadın ve çocuklara ait 100’e yakın iskelete ulaşıldı. Ermeni mezaliminin yarasının hala kanadığı yerlerden Iğdır Oba Köyü’nde, 1 Mart 1986’da Sakine Aksu’nun anlatımı doğrultusunda yapılan kazıda kafataslarının üzerinde delik, çatlak ve kırıklar bulunan 90’a yakın ceset bulundu. Bunlar tüyler ürperten Tandır Damı katliamında can veren kişilerdi. Hepsi silahsız ve sivil olan bu insanlar işkenceyle bir tandır evine sokulmuş, yüzü koyun yatırılmış, bacadan üzerlerine gazyağı dökülmüş ve tandır damının ateşe verilmesiyle diri diri yakılmışlardı!

ERMENİ MEZALİMİ -10-

Türkleri öldürme teknikleri

Ermeni komitelerinin talimatnameleri katliam metodolojisi gibiydi... 1. Kama, 2. Tabancı, 3. Boğmak/Zehirlemek Hınçakyan İhtilal Komitesi Azası’nın Vazifelerine Dair Talimatname’nin sekizinci maddesi aynen şöyleydi: “Komitenin bir de cellatbaşı bulunmalı. Cellatbaşının maiyetinde, kendisiyle hemfikir bir fırka daha bulunmalı, bunların vazifesi de heyetin emrinden hariç olmamak şartıyla dahilen ve haricen muzır olan adamları katletmektir. Üç nevi ceza vardır: Biri tekdir, biri sopa, biri ölüm. Ölüm de üç türlüdür: Birincisi kama, ikincisi revölver (tabanca), üçüncüsü boğmak veyahut tesmim etmek(zehirlemek)tir.” Ermeniler Türklerin hangi teknikler kullanılarak öldürülecekleri gibi evlerinin, köylerinin, kentlerinin, kamu kurumlarının hangi yöntemlerle yok edileceğini de önceden belirlemişti: “Evvela dinamit güllesi, ikinci olarak dinamit suyu, üçüncü olarak baruttan mamul patlayıcı cinsi!” KÖYLERE HÜCUM... 1910’da basılan Müdafaa-i Şahsiyye İçin Talimat’ta köy baskınlarının “püf noktaları” verildi: “- Hücum edilecek köyün yalnız üç tarafı muhasara altına alınmalı, sakinlerinin kaçmaları için bir taraf serbest bırakılmalıdır. (Köy eğer dört taraftan muhasaraya alınırsa, düşman son gayretle karşı koyarak zaferi tehlikeye sokabilir) Yalnız serbest bırakılan tarafta, bir baskıncı grup gizlenerek kaçanları sıkıştırıp onları zarara sokmalıdır. - Düşmanı şaşırtmak için, hücum zamanı olarak fecir vaktini seçmelidir. - Telaş ve kargaşalığın tam manasıyla sağlanması için, yangın çıkarmak ve bunu birkaç yerde birden yaparak genişlemek icabeder. ” Kod adı: NEMESİS! Türklere ve ayaklanmayan Ermenilere karşı “intikam operasyonu” yaptılar. Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin ilk Başbakanı Fetali Han Hoyski, 19 Haziran 1920’de Tiflis’te Aram Yerganyan ve Misak Kirakosyan adlı Ermeni katiller tarafından katledildi. Aynı saldırıda Azerbaycan eski Adalet Bakanı Halil Bey Hasmemmedov ağır yaralandı. Ermenilerin Avrupa’da ses getirecek eylemlere imza atmak niyetindeydi. Bu kez Azerbaycan’lı Bakan Behbud Han Civanşir hedef seçildi. Fransızlar tarafından korunan (!) Civanşir, 18 Temmuz 1921’de İstanbul’da Pera Palas Oteli önünde öldürüldü. İngiliz askeri savcı Rickatson-Hatt katil Misak Torlakyan için ölüm cezası talebinde bulununca görevinden alındı. İtilaf Devletlerinin kurduğu mahkemede yargılanan Torlakyan suçunu itiraf etmesine rağmen “zihinsel durumu” gerekçe gösterilerek beraat ettirildi ve ABD’ye gönderildi. Tehcir sırasında Sadrazam olan ve Malta’dan tahliyesinin ardından Roma’ya giden Said Halim Paşa 5 Aralık 1921’de, evinin önünde uğradığı silahlı saldırıda hayatını kaybetti. Ermenistan’ın eski Roma elçisi Mikael Vartanyan’ın kontrolündeki tetikçi Arşavir Şiragyan yargılanmadı. Teşkilat-ı Mahsusa ve Adli Tıp kurucularından Dr. Bahaeddin Şakir ve Trabzon Valisi Cemal Azmi Bey aynı gün; 17 Nisan 1922’de Berlin’de Aram Yerganian ve Ajan T. kod adlı Ermeni katillerin suikastı sonucu şehit oldu. İttihat ve Terakki’nin “Üç Paşalar” olarak bilinen liderlerinden Cemal Paşa (Gazeteci Hasan Cemal’in de dedesidir), 25 Temmuz 1920’de Falih Rıfkı Atay’ın deyişiyle “Bolşevikler hesabına on binlercesine kendi eli ile hayat vermiş olduğu Ermeniler tarafından” öldürüldü. Tiflis’teki suikasttan sonra tutuklanan katiller Stefan Çekiçyan ve Bedros D. Bogosyan (kimi kaynaklara göre de Karakin Lalayan ve Sergo Vartanyan) serbest bırakıldı. Ve Enver Paşa Osmanlı Başkomutanı ve Harbiye Nazırı, 4 Ağustos 1922’de Turan Kağanlığı kurmak üzere çarpışırken, Tacikistan’da Belçivan yakınlarında Agop Melkovyan komutasındaki Bolşevik Ermeniler tarafından havan topu ile öldürüldü. Ermeniler sadece Türklere değil Türklere düşman olmayanlara(!) da kin güdüyordu. Nitekim Türklerle işbirliği yaptıkları öne sürülen Hemayag Aramyan, Mıgırdıç Harotunyan, Vahe Ihsan Yesayan ve daha çok sayıda Ermeni, Ermeni kurşunlarıyla can verdi. İNTİKAM TANRIÇASI Bir tekinin bile katilleri cezaandırılmamış olan bu cinayetler silsilesi kişisel eylemlerden oluşmuyordu. Katledilenlerin tamamı, 1919’da Erivan’da yapılan Taşnaksutyun 9. Kurultayı’nda oluşturulan “ölüm listesi” deydi. Ermenilerin, Türklere ve Türk Devleti’ne karşı ayaklanmayan soydaşlarına karşı başlattıkları “intikam operasyonu” için manidar bir isim seçildi: Nemesis! İlk etapta 41 toplam 650 kişinin öldürülmesinin planlandığı operasyona adını veren Nemesis, Yunan mitolojisinde “merhametsizliğin” timsaliydi. M.Ö. 8. yüzyılda yaşadığı düşünülen Ozan Hesiodos adaletin yolunu intikamdan geçiren ve Ermenilere ilham veren Yunan Tanrıçasını şöyle tarif etmişti: “Ölümcül Nyx (Gece) Nemesis’i doğurdu, fani insana acı vermek için!” KATLİAM KOOPERATİFİ Taşnaksutyun’un suikastların yapılabilmesi için “fon” oluşturduğu ve adeta bir “katliam kooperatifi” tarafından yürütülen Nemesis Operasyonu’nun başında, Talat Paşa’nın katili Tehliryan’a “Talât’a ateş edip kafatasını parçalayacaksın. Vurduktan sonra kaçmayacak, ayağın ile cesedinin üzerine basacak ve polisin gelip seni almasını bekleyeceksin. Bu sayede, Ermeniler’in yaşadığı büyük trajediyi bütün dünya öğrenmiş olacak” talimatını veren ve asıl adı Hagop der Hagopian olan Şaan Natali vardı. Elazığ Amerikan Koleji’nde yetiştirilen Natali, Türkiye’deki “görevini” tamamladıktan sonra ABD’ye yerleşti. 99 yaşında ölen Natali’ye yönettiği katliamların hesabı sorulmadığı gibi “kahraman” ilan edildi.

Perşembe, Nisan 19, 2012

ERMENİ MEZALİMİ -9-

“Talat Paşa’yı öldürmeye ant içtim” diyen Ermeni katili 1.5 günde beraat ettirdiler
Selcan Tasci - Yenicag Gazetesi

“Ermenilerin taleplerini haklı gösterecek tarihi hiçbir hakları yoktur... Osmanlılara iltica etmiş olan bu halk, hüsnü kabul ve daima vatandaş muamelesi gördü... Memleketin gerek saadetinden gerek ıstıraplarından daima menfaat temin ediyorlardı... Bu lütuflara teşekkür olarak şimdi ekseriyeti teşkil eden nüfusu kovmak ve istiklallerini elde etmek üzere Osmanlı vatanının bir parçasını koparmak istiyorlar. Tarih bu çeşit nankörlüğün bir eşini kaydetmemiştir...” yazarken, bu “nankörlüğün” ilk kurbanı olarak “arkasından vurulacağını” tahmin etmiş miydi acaba!
1921 yılıydı; Mart’ın 15’i. Günlerden salı. Saat onbir suları. Berlin’de Hardenbergs’teki evinden çıkan Talat Paşa, arkasından sinsice yaklaşan Sogomon Tehleryan adlı Ermeni’nin kafasına sıktığı kurşunla yere yığıldı. Beyni dağılmıştı. “O kaldırım” da öylece, tam iki saat kaldı. Tek başınaydı. Yerde cansız yatan kişinin kim olduğu dakikalar sonra anlaşıldı...
Tehleryan kaçmaya çalıştı ancak başaramadı; Nikolaus Jessen adlı bir satıcı tarafından yakalandı.
TÜRK ÖLDÜRMEK BİZİM İÇİN VAZİFEDİR
Talat Paşa’yı katleden Ermeni katilin yargılandığı mahkeme sadece 1.5 gün sürdü. Ortada bir cinayet, tanıklar, deliller; kısacası Alman yasalarına göre “idam” la cezalandırılmasını sağlayacak ne lazımsa vardı. Lakin sonuç öyle olmadı. Berlin’de 2-3 Haziran 1921’de görülen davada Tehleryan’ın beraatına karar verildi.
Mahkeme, sorgusunda gayet bilinçli bir şekilde, “Almanya’ya sadece Talat Paşa’yı öldürmek için geldim” diyen katilin “saralı” olduğuna ve bilinç kaybı yaşadığına hükmetti. Oysa Tehleryan cinayeti en ince ayrıntısına kadar planladığı böyle itiraf etmişti:
“Talat Paşa’yı öldürmeye ant içtim... Ermeni asıllı bazı vatandaşlar Talat Paşa’yı öldürmem için para verdi. Epeydir Berlin’deydim... Onu rahatça izlemek ve alışkanlıklarını ezberlemek için tam karşısındaki binada oda tutum... Şimdi, Talat Paşa’nın öldüğünü duyan vatandaşlarım rahat bir nefes alacak ve bu başarımdan ötürü benimle iftihar edeceklerdir, bunu düşününce seviniyorum. Cinayeti sadece bu duyguyu tatmak için işledim, bu cinayeti soğukkanlı bir şekilde önceden hesaplayarak, hazırlanarak işlediğimi itiraf ediyorum, sorumluluğu vicdan rahatlığıyla taşıyorum.”
Mahkemede yargıcın kendisine “Talat Paşa’yı öldürmek istediniz mi” diye sorması üzerine Tehleryan şu cevabı vermişti:
- Soruyu anlamıyorum. Öldürdüğümü söyledim ya!
Ermeni katil, “Bir insan öldürdüm, ama katil değilim... Türkleri iyiliğe götürecek kimseleri ortadan kaldırmak bizim için vazifedir(!)” diyordu.
Bu Tehleryan’ın ilk cinayeti de değildi. Daha önce İstanbul’da Türklerle işbirliği yaptığı gerekçesiyle Mıgırdiçyanadlı bir Ermeni doktoru öldürmüştü. Ermeni iddialarının ateşli savunucularından Tessa Hofmann,Tehleryan’ın Taşnak Partisi komandolarından(!) olduğunu iftiharla ilan etmişti!

CİNAYETE KAHRAMANLIK KILIFI
Almanya’daki mahkemede çok garip, hukuk tarihinde belki de eşi görülmeyen bir şey oldu; “katil” değil “maktul” yargılandı!
Bunun sebebi, Alman savcılığının yargılamanın başlamasından sadece bir hafta önce 26 Mayıs 1921’de Prusya Adalet Bakanlığı’na gönderdiği şu yazıda gizliydi:
“Sanık avukatlarının, yani katilin avukatlarının öncelikle bu suikastı Türk boyunduruğuna karşı acı çeken Hristiyan bir halkın, yani Ermenilerin hürriyet uğruna kahramanca atılımı olarak yansıtacakları beklenebilir.”
Osmanlı ordusunda görev yapan Korgeneral Bronsart von Schellendorf hem bu durumu hem de kendilerinin tanık olarak dinlenmemesini protesto etmek amacıyla 24 Temmuz 1921’de Deutsche Algemenie Zeitung’da bir açık mektup yayınladı.
Mektubunda doğu illerindeki isyanlara da dikkat çeken Schellendorf, “Talat, ne yapacağı belli olmayan kindar bir katil değil, ileri görüşlü bir devlet adamıydı. Talat, Ermenilerin bölgeden çıkarılmaları konusunun, ’Türkler Hristiyanlara zulmediyor’iddiasını ortaya atarak propaganda amaçlı kullanılacağını tahmin ediyordu ve sadece bu yüzden her türlü sert uygulamalardan kaçınırdı. Haklı çıktı. Propaganda başlatıldı ve yurt dışında her yerde, Hristiyanlara zulüm yapıldığı şeklindeki bu inanılmaz aptallığa inanıldı?” diyordu.

YİNE İNGİLİZ PARMAĞI
Talat Paşa’nın ölümünden kısa süre sonra Alman gazetelerinde ilginç bir haber yayımlandı. Berlin’de yaşayan Hintli bir zengin, şoförü tarafından öldürülmüştü. Eşinin ifadesine göre bu kişi, İngilizlerin Talat Paşa’yı katlettiren komiteye verdiği ödülle ilgili sırlara vakıftı. 1935 yılında yaşanan bir başka ilginç olayda ise Amerikan polisi, Tehleryan’ı azmettirenlerin izini bulduklarını açıklamasına karşın konunun üstü kapatılmıştı.

Öpmekle doyamam... Vatan toprağını yiyeceğim!
Berlin’de bir dostuyla sohbeti sırasında Selanik’te sürgün cezasına çarptırılan Bulgar komitacıların, vatanlarından ayrılmadan önce rıhtım üzerinde toplanıp, hep birden eğilerek toprağı öptüklerini, bunun onlar için vatana dönüş umudunun bir ifadesi olduğunu anlatan Talat Paşa, dostunun “Her halde siz de onlar gibi toprağı öpeceksiniz...” demesi üzerine şu cevabı verir:
“Ne dersin sen? Ne dersin sen? Ben öpmekle doyamam ki... Yiyeceğim vatan toprağını, yiyeceğim...”

http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/habergoster.php?haber=66205

Çarşamba, Nisan 18, 2012

ERMENİ MEZALİMİ -8-

Cami avlusu bir buçuk metre yüksekliğinde cesetle örtülüydü
Selcan Tasci - Yenicag Gazetesi

Bu vahşet karşısında işgalci Rus askerlerinin bile kanı dondu.
Rus belgeleri, Talat Paşa’nın hatıralarında önemli bir yere sahip. Erzurum ve Deveboynu Mevkileri Muvakkat ve Topçu İkinci Alayı Kumandanı Rus Yarbay Twerdokhleboff’un tanık olduğu Ermeni katliamlarını not ettiği 16 Nisan 1918 tarihli belge de onlardan biri.
“Ermenilerin Türklere tahammül edemedikleri herkesçe malumdur; buna rağmen daima bir mazlum rolü takınmış ve bilgi dereceleri ve dinleri neticesi olarak en ağır muamelelerin kurbanı olduklarına bütün dünyayı hakikaten ikna edebilmişlerdir” diyen Twerdokhleboff, Erzurum’da karşılaştığı insanlık dışı manzarayı şöyle anlatıyor:
Yetmiş yaşında iki Türk’ü hapishaneye götürmekte olan bir gruba rastladım. Ermeni asker hırs içinde idi ve telle örülmüş bir kamçıyı sallayarak vahşi bir tavırla biçareleri sürüyordu. Bu askerleri biçare yetmişliklere daha insanca muamele yapmaları lüzumuna ikna etmeğe çalıştım. Güruhu idare etmekte olan Ermeni üzerime geldi ve kamçısı ile beni tehdit ederek “Bizleri kana boğmuş olanları müdafaa ve onlara yardım etmeğe cesaret ediyorsunuz” diye haykırdı...

KÖR SATIRLA KAFASI KOPARILAN ÇOCUKLAR
Erzincan’dan Erzurum’a çekilen Ermeni çetelerinin yolları üstündeki bütün Müslüman köylerini “en vahşi şekilde” yok ettiğini kaydeden Twerdokhleboff, Rus Başkumandanı Odişeliceve Yarbay Girasnoff’dan işittiklerini dehşetle aktarıyor:
İlice köyünden kaçamamış olan bütün Türklerin katledildiklerini ve başları kör satırla koparılmış olan sayısız çocuk cesedi gördüğünü bana söyledi.
28 Şubat’ta yani katliamdan üç hafta sonra İlice’den dönen Yarbay Girasnoff bana şunları anlatmıştır:
Köye giden yollarda uzuvları hurdahaş olmuş cesetlere rastlanmıştır; yoldan geçen her Ermeni bir de küfür savurarak bunlara tükürmekte imiş.
Caminin 10-15 Saşen (10 metre = 4.69 Saşen) büyüklüğündeki avlusu takriben bir buçuk metre yüksekliğinde cesetle örtülü idi. Bunlar arasında her yaşta kadın, erkek, çocuk ve ihtiyar bulunuyordu. Kadınların vücutlarında ırza geçme alametleri gözüküyordu; kadın ve genç kızların tenasül aletlerine fişekler sokulmuştu. Yarbay Girasnoff Ermeni kıtalarında telefoncu olarak çalışan birkaç genç Ermeni kızını cami avlusuna çağırarak, vatandaşlarının yaptığı vahşeti göstermiş ve kapalı bir tekdir mahiyetinde olmak üzere bununla iftihar edebileceklerini söylemiştir. Fakat bu manzara karşısında dehşet içinde kalacakları yerde sevinçten güldüklerini görünce, Girasnoff’u nefretle karışık bir hayret kaplamıştır. Heyecana kapılarak onlara küfretmiş ve Ermenilerin kadınları da dahil en alçak ve barbar bir millet olduğunu söylemiştir...

BİR GECEDE 3 BİN CİNAYET
Twerdokhleboff’un kaleme aldığı Rus belgesinde Ermeni itirafları da var:
Alaca mıntıka kumandanının müteahhidi olan bir Ermeni, yapılan gayri insani muameleler hakkında şunları anlatmıştır:
Ermeniler bir Türk kadınının kalbini çıkardıktan sonra bir duvara baş aşağı çakmışlardır.
Talat Paşa’nın Twerdokhleboff’’tan yaptığı alıntıda Büyük Erzurum Katliamı sonrasında yaşananlar da anlatılıyor:
26 Şubat’ı 27’ye bağlayan gecede Rus subaylarını aldatmış olan Ermeniler yeni bir katliama sebebiyet verdiler. Bu katliam tesadüfi değildi. O zamana kadar tevkif edilmiş Türkler toplattırılarak bir bir öldürüldüler. Ermeniler bu gece işlenen katliamların sayısının üç bini bulduğunu iftiharla anlatıyorlardı...

Hayvanlar gibi boğup kuyulara attılar
İkaz ettikleri Ermenilerden, “Çok ufak bir ekalliyet teşkil eden Ermeniler tarafından yapılan cinayetlerin bütün milletin şerefine halel getirmeyeceği ve makul Ermenilerin (...) bu muamelelere mani olmak için mümkün olan her şeyi yapacakları” cevabını aldıktan hemen sonra, bakın hangi haberi almış Yarbay Twerdokhleboff:
Tekrar ve tekrar edilen bu teminatlardan az sonra Erzincan’daki Türklerin öldürüldüğü haberini aldık. Çeteler tarafından değil, fakat şehrin doktoru ve ordu müteahhitleri tarafından tertip olunan bu katliamın izah edeceğim teferruatını bizzat Başkumandan Odişelice’nin ağzından işittim:
Silahsız vesair her türlü müdafaa vasıtalarından mahrum olan sekiz yüz Türk öldürülmüştü. Ermeniler büyük kuyular kazmış ve oraya götürülen zavallı Türkleri hayvanlar gibi boğduktan sonra üst üste içeri atmışlardır. Bu idam ameliyelerini idare etmekte olan bir Ermeni bedbaht kurbanlarını sayarak “Yalnız yetmişe mi vardık, o halde daha on kişi için yer var haydi bakalım” diye bağırmıştır. Bunu müteakip boşluğu doldurmak üzere on biçare daha öldürülmüş ve üstü toprakla örtülmüştür. Müteahhidin kendisi eğlenmek maksadı ile seksen biçareyi bir eve kapamış ve evden çıkanları birer birer kafalarına vurmak sureti ile bizzat öldürmüştür...

Hiçbir Ermeni’nin bir Türk için öldürüldüğü görülmüş müdür?
Yarbay Twerdokhleboff’un, haklı bir sebep olmaksızın bir Türk’ü öldürdüğünü tespit ettiği Ermeni’yi hapsedip, Divan-ı Harb’e verilmesini emrettikten sonra şahit olduğu şu konuşma manidar:
Ermeni subaylardan biri kendisine asılacağını söylediği zaman katil hiddetle yerinden fırlayarak hayretler içinde, “Hiçbir Ermeni’nin bir Türk için öldürüldüğü görülmüş müdür” diye bağırdı!

http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/habergoster.php?haber=66161

Salı, Nisan 17, 2012

ERMENİ MEZALİMİ -7-

Önce Nusret Bey’i, peşinden Türk milletini idam ettiler!..

“Galip bir hükümetin askeri neden karşılanmıyor” diye kendisine çıkışmaya kalkışan İngiliz subaylarına “Haksız yere memleketi işgal eden bir kuvveti karşılamaya çıkmak bir Türk mutasarrıfına yakışmaz” diyen Nusret Bey’in Ermeni şahitlerin ifadelerine dayanarak idamından beş gün sonra Türk Milleti’ni tarihe gömmek üzere hazırlanan Sevr imzalandı. Tarihi ihanet-nefret ve cinayet şebekesinin hakkı teslim edilmemiş kurbanlarından birini, Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey’i konuk ediyoruz bugün. O, 14 Ekim 1922 günü, Kaymakam Kemal Bey ve Dr. Reşit Bey ile birlikte TBMM’de “Milli Şehit” ilan edilen üçüncü kişiydi. “Tehcir sırasında Ermeniler’in ölmesi, mallarının gasp edilmesi, ırzlarına geçilmesi”nin sorumlusu olmakla suçlanan Nusret Bey, 5 Ağustos 1920 günü yani İstanbul Hükümeti’nin, “Türk Milleti’nin ölüm fermanı” Sevr’i imzalamasından sadece beş gün önce Beyazıt Meydanı’nda idam edilmişti. Bu sona uğratılacağına uzun müddet ihtimal vermemişti. Hem Bayburt’ta kaymakam olduğu sırada hem de bizzat dönemin Yıldırım Orduları Komutanı Mustafa Kemal tarafından atandığı Urfa’daki mutasarrıflığı sırasında varlığını milletine adamıştı. Bayburt’ta katliamcı Ermenilerin Erzincan’a sevkini sağlamış, Urfa’da da Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra işgale karşı Müdafaa-i Hukuk Teşkilatı’nın kurucuları arasında yer almıştı. SAVUNMASI ENGELLENDİ 6 Kasım 1919 günü Erenköy’deki evine gelen sivil polisler tutuklama gerekçesinin “Ermeni tehcirindeki hareketleri” olduğunu söylediğinde en küçük tedirginlik hissetmemişti. Daha önce aynı iddiayla yargılanmış ve suçsuz bulunmuştu. Beraat ettiği suçtan yargılayıp bir de cezalandıracaklar mıydı! Nusret Bey’in aklının ucundan geçmeyen başına geldi. Tutuklandı, Damat Ferit’in, başına Nemrut Mustafa’yı atadığı I. Divan-ı Harb-i Örfi Mahkemesi’nde yargılanmasına başlandı. Bu sırada mahkemenin “Teşkilat ve Vazifeleri” hakkındaki genelge açıklandı; “Ermeni tehciri” davaları öncelikli görüşülecek, yargılamalar gizli yapılacak ve sanıklar avukat bulunduramayacaktı! GAZETE İLANIYLA ŞAHİT Nusret Bey hakkındaki suçlamalar öyle asılsızdı ki, mahkeme “gazete ilanıyla şahit aramak” durumunda kalmıştı. 29 Nisan 1920 tarihli Serbesti gazetesinde şöyle bir ilan yayınlandı: “Divan-ı Harb-i Örfi Riyasetinden, Bayburt ve Ergani Madeni taktil ve tehciri meselesine dair malumat ve meşhudatı olanların Divanı Harbe gelmeleri ilan olunur.” 30 Nisan 1920’de Peyam-ı Sabah’ta çıkan ilan metni ise şöyleydi: “Divan-ı Harb-i Örfi Riyasetinden, Bayburt ve Ergani Madeninden tehcir olunup ahiren avdet eden müslim ve gayrimüslimlerden Dersaade’de bulunanların önümüzdeki cumartesi günü zevali saat 10’da Divan-ı Harb-i Örfi’de hazır bulunmaları beyan olunur.” Hazır bulundular... İçlerinden üç kadının; Agoni Markayan, Varsenik Arisyan Arakel ve Erfahi Arakel’in, hakimin “Nusret Bey burada mı? Kendisini tanıyor musunuz?” sorusuna, önce Nusret Bey’in suratına baka baka “Tanıyoruz. Ama burada değil” cevabını vermiş, dışarıya çıkarılıp sözleri yeniden ezberletildikten sonra ise salonda bulunan Nusret Bey’i işaret etmiş olmaları bu yargılamanın da Kemal Bey’inkinden farklı olmayacağının kanıtıydı. İddialara konu olan olaylar sırasında 7, mahkeme esnasında da 12 yaşında olan Hampartsun adlı çocuğun Nusret Bey’den bahsederken, sadece ailesi ve nüfus memurlarının bildiği ön adını da kullanıyor (Mehmet )olması, “fişleme” nin tam tekmil yapıldığının işaretiydi. ENGİZİSYONDAN BETER Nusret Bey dava sonunda beraat edeceğinden emindi. Hatta Mülazım Reşat Bey ve Süreyya Sami Bey’in “kaçıp Anadolu harekatına katılma” yönündeki tekliflerini hep reddetmişti: - Muhakemem bitmek üzere. Beraat edeceğim muhakkak. Bu vaziyette niçin kaçayım? Beraat edince toplanan maaşlarımı alır, borçlarımı öder, Anadolu’ya geçerim! Nemrut Mustafa ve patrikhanenin yalancı şahitleri böyle inançlı birini bile isyan ettirdi: - Hayatımda ne böyle bir muhakeme gördüm, ne de böyle bir mahkeme heyeti... Tarihte okuduğumuz engizisyon mahkemeleri bile bu derece tarafgirane ve zalimane davranmamışlardır! Bir duruşma dönüşünde, Nusret Bey’in Bekirağa Bölüğü’ndeki arkadaşlarına anlattığı “mahkeme tiyatrosu” şöyleydi: - İçeri bir Ermeni getirdiler. Başladı anlatmaya. Mübarek, bülbül gibi ötüyordu... Filan senenin, filan ayının, filan gününde, filan kasabanın şu kadar kilometre doğusunda tehcir kafilesiyle beraber bir vadinin içinden geçiyormuş. Karşılarına ben çıkmışım. Altımda beyaz bir at varmış. Tepeden tırnağa kadar silahlı imişim. Kafileyi durdurtmuş ve jandarmalara “vur” emri vermişim. Müthiş bir yaylım ateş, bir daha... Feryatlar, iniltiler, can çekişme hırıltıları ve sonra derin bir sessizlik. Peki hepsi öldüğü halde bu şahit efendi şimdi burada nasıl bulunuyor? NEMRUT MUSTAFA’NIN HÜKÜM USULSÜZLÜĞÜ Mahkeme üyelerinden Ferhat Bey’e göre Nusret Bey görevi ihmalden yargılanmalı ve en çok üç yıl ceza almalıydı. Nemrut Mustafa “idam” da ısrarlı olunca tartışma çıktı. Nusret Bey hakkında verilen ilk karar “15 ay kürek cezası” ydı. Ancak Ermenilerin talepleri üzerine Nusret Bey’i idam etmeyi kafasına koyan Nemrut Mustafa hükmün imzalanmış olmasını umursamadı ve Ferhat Bey olmaksızın topladığı azalara istediği kararı aldırdı. İnfaz Ferhat Bey’in imzasıyla mümkündü. Bu “engeli” aşmak için idama karşı çıkan Ferhat Bey III.Divan-ı Harbi Örfi azalığına atandı, yerine Mirliva Niyazi Bey getirildi. Karar 4 Ağustos 1920’de padişah tarafından onaylandı ve 5 Ağustos 1920’de Nusret Bey Beyazıt Meydanı’nda idam edildi. Vatanım yaşasın, elbet bir gün hesabı sorulur Nusret Bey, idam locasına gitmek üzere Bekirağa Bölüğü’ndeki koğuş arkadaşlarından ayrılırken onlara “intikamının alınmasını” vasiyet etti: “Düşmanlarımıza hoş görünmek için masum bir Türk kellesi daha uçurmak istediler. İktidar ellerinde yaparlar. Fakat bunların hesabını sizler sorup arayacaksınız. Anadolu’daki kahramanlar benim intikamımı behemehal almalıdırlar.” ÇOCUKLARIMI SOKAKTA BIRAKMA Son mektubunda ailesini kardeşi Cevdet’e emanet ederken, kanına girenin Nemrut Mustafa olduğunu not düşüyordu: “Küçük çocuklarımı, zevcemi yalnız ve pek fakir bırakıyorum. Beş gün sonra yiyecekleri bile kalmayacaktır. Allah aşkına sokaklarda bırakma. Validesi çocuklarımın terbiyesine baksın. Babaları mücrim değil, şehittir. İşte son nefesimde hiçbir şeyden korkmayarak vicdanımdan kopup gelen şu ifadelerimi sana iblağ ediyorum. Vatanım yaşasın, elbet bir gün gelir hesabı sorulur. Masumların ahı büyüktür. Bir masumun kanıyla oynayan şu Mustafa Paşa’nın hainane hareketleri bu dünyada kendisine kar kalacak mı?.. Elveda kardeşim, hakkınızı helal edin.”

ERMENİ MEZALİMİ -6-

“Ermeni tazıları”nın eğlencesi olacağıma ölmeyi tercih ederim

Tehcir kararını uyguladığı için “kara liste”ye alınan Diyarbakır Valisi Dr. Reşit Bey’i intihara sürüklediler. Yıl 1919... Ocak ayının son günleriydi. Bekirağa Bölüğü’nden başlayan kovalamaca Beşiktaş’ta bir sokak arasından yükselen tek el silah sesiyle bitti. Beynine sıktığı mermiyle hayata gözlerini yuman genç adamın cebinden çıkan not şöyleydi: AİLESİNE BÖYLE VEDA ETTİ “Pek sevgili refikam ve çocuklarım. Firarımdan dolayı Muhafız Paşa ile Polis Müdürü bütün şiddet ve kuvvetleriyle beni arıyorlar, Ermeni tazıları da bunlara iltihak etmişlermiş. Gayretsiz ve hissiz bazı dostlarımın ihmali programımı sekteye uğrattı. Utanmadan teslim olmaklığımı tavsiye ediyorlar. Neticeyi karanlık görüyorum. Yakalanıp hükümetin oyuncağı, düşmanlarımın eğlencesi olmamak için son dakikada intihar etmek fikrindeyim. Rövelverim bir dakika yanımdan ayrılmıyor ve hazırdır. Hayatımın bence hiçbir kıymeti kalmadı. Bir müsait vakitte milletime son vazifemi yapar ve hayatımın bakiyesini tamamıyla size hasr ve tahsis ederim ümidiyle yaşamak isterdim. Ne çare her istenilen olmadı. Sizi milletim için ihmal ettim. Herkes beni Ermeni malı ile zenginleşmiş biliyor. Halbuki sizi temin-i maişetten aciz bırakıyorum. Bu da talihin bir cilvesi...” MÜSLÜMAN AHALİYİ KATLEDECEKLERDİ Son günlerini peşindeki “Ermeni tazıları” ndan kaçmakla geçiren ve ne yazık ki mütareke İstanbul’unda sığınabileceği bir “dost evi” bulmakta zorlanan kişi Diyarbakır Valisi Dr. Reşit Bey’di. Şehirde bulunduğu süre içinde “Tekalifi Harbiye ambarları, askeri nakliyat ve bütün önemli işlerin Ermeni Komitecilerin ellerine bırakıldığını, Ermeni ruhani reis ve papazların ” kurtuluş günü erişti, hazırlanınız, gerekirse çift hayvanlarınızı satıp silahlanınız, muvaffak olduktan sonra Müslümanların serveti, mülkleri bize kalacaktır “ türünden konuşmalarla cemaatlerini zehirlediğini, Ermeni istiklal şarkıları ve ” Şimdiye kadar siz hakim millet idiniz, bundan sonra biz hakim, siz mahkumsunuz “ hitaplarıyla halkın tahrik edildiğini” görmüş, yaptığı aramalarda “bütün Müslüman ahali katledilecektir” yazılı harekat planları bulmuştu. Kafasını ellerinin arasına aldı ve “Hey Doktor Reşit” dedi kendi kendine; “Ortada iki ihtimal var; ya Ermeniler Türkleri temizleyecek, bu memlekete sahip çıkacak veya Türkler tarafından temizlenecekler...” Seçimini yaptı. Ve bir an dahi tereddüt etmeksizin “tehcir” kararını uyguladı. Mensubu olduğu milletin ve memuru olduğu devletin menfaatini korumaktaki kararlılığı onun da Kemal Bey gibi “kara liste” ye alınmasına sebep oldu. İTİLAF DEVLETLERİNE MEYDAN OKUMA Ocak 1919’da İstanbul’da yakalanarak Bekirağa Bölüğü’ne hapsedilen Reşit Bey’in cezaevinden kaçışı en çok idamını planlayan İngilizleri öfkelendirdi. Amiral Calthorpe’un ikinci müsteşarı Mr. Ryan aracılığıyla Tevfik Paşa’ya yolladığı mesaj netti: “Olayı pek vahim görmekteyim. Bu, yalnız Türk hükûmetine karşı değil, aynı zamanda İtilâf devletlerine karşı bir meydan okumadır... Ermeni kırımı İngiltere’de duyulduğu zaman İngiliz devlet adamları ilgili kişilerin sorumlu tutulacaklarını uygar dünyaya vaadetmişlerdi. İngiliz hükûmeti sözünü yerine getirmeye kararlıdır. Reşit Bey’in kaçışını, küçük memurların gevşekliğine bağlamak yararsızdır. Bu bir Türk oyunudur. Hükûmet üyelerinin kendileri de sorumluluktan kurtulamazlar... ” Milletimize iftira etmeyiniz. Türkiye’de bir Ermeni kırımı değil, bir Türk-Ermeni vuruşması vardır. Bize arkadan vurdular, biz de vurduk. Ziya Gökalp (17 Mayıs 1919’da “Ermeni Kırımı”ndan yargılandığı mahkemede söylediği söz...) Canlı bir tek Türk bırakmayacaklardı Dr. Reşit Bey, İttihat Terakki Cemiyeti Genel Sekreteri Mithat Bleda’ya “suçu” nun ne olduğunu ve neden böyle bir “suç” işlediğini şöyle anlatır: “Hekim olmam bana milliyetimi unutturamazdı. Reşit, elbette bir doktordu ve doktorluğun gerektirdiği çerçeve içinde davranışlarını ayarlamak zorundaydı. Ne var ki Doktor Reşit, her şeyden önce dünyaya bir Türk olarak gelmişti. Milliyetim her şeyden önce gelir, Diyarbakır’da bulunduğum süre içinde o bölgedeki Ermenilerin dışarıdan ve içeriden nasıl yardım gördüklerini ve kendilerine nasıl vaatlerde bulunarak zehirlendiklerini, aldıkları yardımlar ile nasıl ferah içinde yaşadıklarını, bütün bunların sonucu memlekete karşı korkunç duygularla beslenip, vatanımızın hayatına kast ettiklerini benim gibi yakından görüp tetkik etme imkanını ve fırsatını bulmuş olsaydınız bugün burada bana böyle tavizlerde bulunmazdınız. ORDUYU YOK EDECEK CEPHANELERİ VARDI Doğudaki Ermeniler aleyhimize öylesine kışkırtılıyorlar ki şayet onlar yerlerine bırakılmış olsalardı çevremizde canlı olarak tek Türk bulmak ve bir tek Müslüman’ın yaşadığını görmek imkansız olacaktı. Diyarbakır’da bulunduğum zaman süresinde bunların sicillerini inceledim, yaşantılarını takip ettim, düşüncelerini öğrendim, evlerinde yaptırdığım araştırmalar, gayeleri hakkında bana kesin kararlar verme imkanını bahşetti. Bazı evlerde ele geçirdiğim silah ve cephane koca bir orduyu yok edecek sayı ve vasıflarda idi. Korkunç ve müthiş bir teşkilatları var ve yalnız bulundukları bölgede değil, memleketin dört bir yanına uzanan kolları ile bu teşkilat serbest bırakıldığı takdirde çok geçmeden Anadolu da Türk’ü mumla aramamız gerekecekti. Yani anlayacağınız, bizleri meşru müdafaa için harekete sevk eden onlardır.”

Pazartesi, Nisan 16, 2012

ERMENİ MEZALİMİ -5-

Türkiye’deki İngiliz Gestaposu gibiydiler

İngiliz Yüksek Komiseri Sir H. Rumbold Malta’ya sürgüne gönderilecek kişilerle ilgili olarak bilgi toplanmasında başlıca kanalın Ermeni Patrikhanesi olduğunu söylemişti. Devrin emperyalistlerinin Osmanlı işgaline “meşruiyet” kazandıracak biçimde düzenlenen Mondros Mütarekesi imzalanmıştı. İngilizler İstanbul’a ayak basar basmaz ilk iş “mütarekenin uygulanması” için uygun ortamı hazırlamaya girişti. Nitekim Malta sürgünlerine yüklenen suçlardan biri de bu, yani “Mütarekenin uygulanmasına karşı çıkmak” idi. Vatanı savunmaya kalkışmak suç kapsamına girmişti. Kilikya boşaltılır ve orada bir Ermeni tampon bölgesi oluşturulurken, Anadolu pay edilirken, “dur” demesi muhtemel kişiler etkisizleştirilecekti. Türklerin “yenildiklerini” anlayıp, seslerini kesmeleri için “ibret” lik hadiseler gerekliydi.Kaymakam Kemal Bey’in idamı bunlardan biriydi. Ancak işler hiç de hesaplandığı gibi gitmedi. Bir Tıbbiye öğrencisinin, Kaymakam Kemal Bey’in mezarı başındaki “Felâketimizi hazırlayan İngiliz’i yok etmek zorundayız” sözleri Londra’da paniğe neden oldu. ALLAH’TAN SONRA İNGİLTERE! Padişah Vahdettin, 10 Ocak 1919’da İngiliz Yüksek Komiserliğine ilettiği mesaja bakılırsa “Her zaman İngiliz taraftarı olmuştu ve Yüksek Komiserliğin bir işaretine göre harekete hazırdı...” Amiral Webb’in Londra’ya aktardığına göre 9 Mart 1919 günü Damat Ferit de “Kendisinin ve efendisi padişahın Allah’tan sonra İngiltere’ye umut bağladıkları yolundaki güvencesini birçok kez tekrarlamıştı. Ermeni kırımından sorumlu olan kişilerin yakalanacaklarına ve cezalandırılacaklarına söz vermişti...” ( 11 Mart 1919 günü Webb’in Londra’ya bildirdiği üzere “av” başladı.) Ermeni Patrikhanesi’nin ihbarcıları sayesinde vatan uğruna direneceği belli olan kimseleri Bekirağa Bölüğü’ne tıkmak, idamlarını sağlamak zor değildi. Ama ya sonra? Kemal Bey’in cenazesinde Beyazıt Meydanı’nı dolduran on binler; korkacak gibi değildi. Bir İngiliz Dışişleri görevlisinin “...bu idamı, İttihat ve Terakki Komitesi kendisine bir sermaye yaptı, idamlar devam ederse yine sermaye yapacak... Tutuklu suçluları Türkiye dışına sürmek bizim lehimize olabilir... Sadrazam cezalandırmaktan pek fazla korkmuşsa suçluları bize teslim etmekten memnun olabilir” sözleri sürgünlerin işaret fişeğiydi... FİŞLEME TEKNİKLERİ Nihayetinde “Mondros Mütarekesi hükümlerine karşı gelmek”, “İngiliz savaş esirlerine kötü muamele”, “Ermenilere karşı katliam suçları”nı işledikleri bahanesiyle aralarında sadrazamlık, şeyhülislamlık, genelkurmay başkanlığı, ordu komutanlığı, nazırlık, mebusluk yapmış olanların da bulunduğu 150’ye yakın toplum önderi Malta’ya sürgün edildi Ermeni Patrikhanesi’nin sürgünlerdeki rolünü bizzat İngiliz Yüksek Komiseri Sir H. Rumbold itiraf etti: “Bilgi toplanmasında başlıca kanal Ermeni Patrikhanesiydi.” Patrikhane’nin “100 Suçlu Türk” raporu dönemin ünlü fişlemelerindendi. Amiral Calthorpe, Bilal Şimşir’in Malta Sürgünleri’nde “Türkiye içinde bir çeşit İngiliz Gestaposu gibidir” dediği İngiliz Yüksek Komiserliği Ermeni-Rum Şubesi’nin çalışma tekniklerini şöyle özetlemişti: “Ermeni Rum Şubesi iki çeşit fiş tutar: Kişi fişleri, olay fişleri. Kişi fişlerinde 600-700 “suçlu” Türk’ün adları bulunmaktadır. Kişilerle ilgili ihbarlar, bilgiler bu fişlere işlenir. Olay fişlerinde, suç olayının yeri, buna karışanların adları bulunur. Bütün bilgiler İstanbul’da Ermeni Haberleri Bürosundan ya da İstanbul dışındaki Ermenilerden toplanır. Şubenin kendisi, seyrek durumlarda mahkeme önünde tanıklık edebilir. Ama mahkemelere kimlerin tanıklık edebileceklerini gösterir. Şube, “suçlu” kişilerle ilgili fişlerinin sayısını çok arttırabilir.” Bu doğrultuda hazırlanan iddianameler akıllara zarardı. Sait Halim Paşa “...altı vilayette Ermeni tehlikesine dikkati çekmek ve broşür yayımlamak”la suçlanıyordu! Kanıt kendisini ziyaret eden Ermeni Patriğine söylediği şu sözlerdi: “Siz Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğundan sizi ayırmaları için İtilaf devletlerine yanaştınız. Olaylar bunun sonucudur.” Mithat Şükrü (Bleda) “Talat, Enver Paşalarla, Bahattin Şakir ve Dr. Nazım Beylerin arkadaşı olarak, onlarla birlikte İttihat ve Terakki’nin bütün kötülüklerinin sorumluluğunu paylaştığı... Kibar ve ölçülü görünüşü altında İttihatçıların Panturanist idealinin teşvikçisi olduğu... Balkan savaşından sonra bütün nefretini Ermenilere çevirdiği” için suçluydu! Nitekim 28 Nisan 1919 günü Osmanlı Sıkıyönetim mahkemesinin açılış celsesinde “Ermenilere karşı işlenmiş cinayetlerin sorumluları” arasında yer aldı. SUÇLARINI BİLMİYORLAR İddianameler gibi dönemin yazışmaları da bugünle örtüşüyordu. Malta Valisi Mareşal Plumer Londra Konferansı’ndan hemen önce Londra’ya gönderdiği mektupta bakın ne diyordu: “Halen burada 115 tutsak var. Bunların çoğu yüksek sosyal sınıflardan olan kimselerdir. Kimileri iki yıla yakındır, kimileri de bir yıl ile birkaç aydan beri tutukludur. Bu tutsaklar suçlarını bilmiyorlar!.. Türkiye’de karşı partilerce, Rumlar ve Ermenilerce, siyasal ve kişisel nedenlerle sık sık bu gibi suçlamalar (iftiralar) görüldüğünü belirtiyorlar. Kendilerinin bugünkü durumlarına, Türkiye’deki İngiliz makamlarının hizmetinde bulunan Ermenilerle Rumların sebep olduklarını ekliyorlar... Türkler aleyhinde delil yok “Ermeni kırımından dolayı yargılanmak üzere Malta’da tutuklu Türklerle ilgili olarak çalışma arkadaşlarımdan biri dün Amerikan Dışişleri Bakanlığına gitti. Ermenistan’da yapılan zulümlerle ilgili Amerikan Konsolosları raporlarını incelemesine müsaade edildi. Üzülerek arz edeyimk ki belgelerin içinde, Malta’da tutuklu bulunan Türkler aleyhinde delil olarak kullanılabilecek hiçbir şey yoktur.” Sir A.Geddes - İngiltere’nin Washington Büyükelçisi

Pazar, Nisan 15, 2012

ERMENİ MEZALİMİ -4-

Milli duruştan tedirgin olan İngilizler kararlarını verdi.

İlk şehidi Kemal Bey olan haklı davayı sonlandırma vakti. Kemal Bey “Beni ecnebilere yaranmak için asıyorlar” derken haksız değildi. İkdam gazetesi ipucunu vermişti: “Kemal Beyi idam etmek için mahkeme heyetinin en az Ermeni Patrikhanesi kadar gayret sarf ettiğini söyleyebiliriz.” AJANLARIN FİŞLEMELERİ Cenaze törenini yakından izleyen İngiliz İstihbarat subayı E. La Fontain o gün olan biteni bütün ayrıntısıyla iki rapor halinde Londra’ya bildirmişti. Cenazenin, “Üyelerinden birini kaybetmiş olan İttihat ve Terakki Komitesince hükümete karşı düşmanca bir kasıtla düzenlenen gösteri” olarak tasvir edildiği ilk raporu tamamlayıcı nitelikteki ikinci belgede Fontain tam manasıyla fişlemeye gitmişti: “Cenaze törenini Şeyhi Münip Efendi yönetti. Münip Efendi, törene katılmaları için mollalara emir vermiştir. Törende, Tıbbiye öğrencilerinden başka, çok sayıda subay ve er de bulundu. Elinde bir buket çiçek tutan tıbbiye öğrencilerinden biri, mezarın başında bir konuşma yapmıştır. Bu konuşmadan aşağıdaki parça aynen çevrilmiştir: ‘Dinle ey millet! Dinleyin ey Müslümanlar! Burada toprağa verdiğimiz insan, Kahraman Kemal Bey’dir. İngiliz’i Odesa’dan attılar; haydin biz de İstanbul’dan kovalım. Ne bekliyoruz? İngiliz’i atmak borcumuzdur. Felâketimizi hazırlayan İngilizi yok etmek zorundayız. Allah’ın yardımıyla yakında İngilizin kafasını ezeceğiz.’ Bu öğrenciden sonra, bir başkası da aynı sertlikte bir konuşma yapmıştır. Her iki konuşmanın tonu, açıkça ayaklanmaya kışkırtmak için hesaplanmıştır...” Bir başka İngiliz ajanı H.A.D Hoyland Kemal Bey’in ‘Masum İslâm Şehidi’olarak adlandırıldığını raporuna özellikle kaydetmişti. “Cenaze törenine katılanların, Müslüman halkın büyük çoğunluğunun duygularına tercüman oldukları kuşkusuzdur” diyen Amiral Calthorpe endişeliydi. BİR MİLLET SANIK SANDALYESİNDE Celal Bayar Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Nejdet Bilgi’nin anlattıkları gösteriyor ki Calthorpe’un endişeleri yersiz değildi: “Yıllarca ülke nüfusunu adeta öğüten ve ülkeyi harabeye çeviren savaşı sona erdirdiği için Mondros Mütarekesi olumlu karşılanmıştı. Kısa sürede ülkenin dört bir yandan işgal edilmesi ve adeta esir alınmış ülke ikliminin yaratılması, halkta bir yılgınlık ve tükenmişlik duygusu yaratmıştı. Kaybedilecek bir şey kalmamıştı. Kemal Bey’in her gün gazetelere sayfa sayfa yansıyan ve yaklaşık iki ay süren yargılanma süreci, Türk halkında Kemal Bey’le özdeşleşme duygusu yarattı. Mahkemenin sonlarına doğru, sanık sandalyesinde bütün Türkler oturuyormuş gibi bir mazlum millet psikolojisinin oluştuğu söylenebilir. Tam da durum böyle iken, idam kararı verilmesi ve kararın infaz edilmesi, üstelik bu uygulamanın İtilaf devletleri askerleri ve Ermeniler tarafından sevinçle karşılanması, büyük bir tepki patlamasına yol açtı. Hükümet bunu izale etmek, tepkileri söndürmek için elinden geleni yaptı. Ama bu tepki, İngilizleri yeterince tedirgin etti ve çeşitli önlemler almaya yöneltti. Daha da önemlisi, işgal altında ortaya çıkan bu tepki, kısa süre sonra İzmir’in işgaline gösterilen devasa tepkilerin kaynağı oldu. Ve çarpan etkisi yaparak Türk toplumunu harekete geçirdi.” Velhasıl İngilizler için “İlk şehidi Kemal Bey olan haklı davayı sonlandırmak” vaktiydi. Kemal Beğe yükletilen suç, bugün hâlâ iftira ve yalan mirasını ödemekte olduğumuz Ermeni sürgünleri ve öldürülmeleridir... Ferit Paşa hükûmetinin ve bu kabinenin tuttuğu felâket yolunu tasdik eden Padişahın tarih önündeki mes’uliyetini aradan geçen zaman unutturmayacaktır... Ali Fethi Okyar Bütün Türkler idam edilmeli! Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in cenaze törenine katılanlar son dönem Türkiye’sinde çok sık tanık olduğumuz bir yöntemle hedef gösterildi. Mihran Nakkaşyan’ın Sabah Gazetesi törene katılanları “münasebetsizlik yapmakla” suçlarken, Refii Cevat, “sırmalı haydutlar” olarak nitelendirdi ve daha da ileri giderek cenazeye katılan askerlerin “Kemal Bey’le aynı akıbete uğratılmalarını” istedi: “Devletin resmi üniformasını taşıyan bir sürü haydut, devlet tarafından asılmış bir haydutun cenazesine karışarak kargaşa yaratmışlardır. Bunların da yakalanarak, cenazesine katıldıkları haydutun akıbetine uğratılması gerekmektedir.” Refi Cevat’a göre Kemal Bey’in cenazesini mezarına taşımak için “4 hammal” yeterdi. Aşağıdaki satırlarını okuduktan sonra Cevat pekala “kindar neslin” dedeleri arasında sayılabilir değil mi? “... O bir kol idi. Şeriatın kuvvetli satırı insanlık için zararlı bir unsur olan bu kolu kopardı. Sıra onu düşünen dimağlardadır. Bu kafalar taşın altında ezilmeli!..” *** Amiral Calthorpe, “bir doktor, bir tıbbiye öğrencisi, bir dışişleri memuru, bir tekke şeyhi ve diğer bazı kimseler” in tutuklandığı cenaze töreni için “Türklerin böyle bir caniden yana gösteriler yapmalarında şaşılacak bir şey yoktur” derken Yardımcısı Webb’in dahiyane çözümü şöyleydi: “... Ermeni zulmünden suçlu kimseleri cezalandırmak için bütün Türklerin idam edilmeleri gerekir!”

Cumartesi, Mart 17, 2012

Türk Ermenilerinden Sevan Ince Diyor ki...

ÜNLÜ MÜCEVHER TASARIMCISI, MÜSTESNA İNSAN ve SANATCI SEVAN
İNCE NİN AĞZINDAN

Biz 4 Ermeni arkadaş, geçen akşam dernekten çıkmış,
Galatasaray' da nargile keyfi yapıyorduk. Laf döndü dolaştı malum
konuya geldi. Baktım, herkes aynı husustan dertli: Ermeni asıllı bir
Türk ve sade bir T.C. vatandaşı olarak dünyaya ses nasıl duyurulur?



Ünlü bir sanatçı, politikacı veya bir dernek başkanı
değilsin ki mikrofon uzatıp röportaj yapsınlar. Gazeteci değilsin ki
fikirlerini köşenden dünyaya duyurabilesin. İyi de, biz bu işten
sıkıldık. Bizim yerimize, bilir bilmez herkes konuşuyor. Bir tarafta
Ermenilere soykırım yapılmıştır diyenler; diğer yanda soykırım yoktur
diyenler. Şimdiki moda ise tarihçilere bırakalım diyenler..

Soykırım yapılmıştır diyenlere bakıyorum, hepsi ya
kindar Ermeni diasporası mensubu, veya bunlardan çıkarı olan siyaset
erbabı. Yoktur diyenlere bakıyorum, bu konuda derin bir bilgileri yok
ama adettir diye reddediyorlar. Tarihçiler deseniz, neyi ortaya
çıkartacaklar, Allah Aşkına? Soykırımın belgesi mi olur? Es kaza
ortaya bir belge çıksa, muhakkak karşı bir de belge çıkar, tartışma
sonsuza kadar sürer gider.


Gerçeği, benden ve benim gibilerden başkası bilemez.
Bizler, hadiseleri birinci ağızdan dinlemiş kişileriz. Bizler Türk
Ermenileri'yiz. Türk Ermenileri'nin Harici Ermeniler'den çok ciddi bir
farkı vardır. Bizler, tehcir sırasında, ya Türkiye'de kalmışların veya
tehcir bitiminde Türkiye'ye geri dönmüşlerin torunlarıyızdır. Bizler
tek tip hikaye dinlememişizdir. Diaspora Ermenisi sadece ölüm hikayesi
bilir. Olaylardan sonra geri dönmemiş ve komşularının mahcup yüzlerine
tanık olmamıştır. Onlar, bu ölümler için bütün Türk'leri suçlarlar.
Olayları sadece soykırım olarak nitelerler. Türk Ermenisi'nde ise
daha bol ve daha değişik hikayeler vardır:


Mesela, dedem, Erzincan'daki çiftliklerinden abisinin
alınıp götürülüşünü ve onu kurtarmak için başçavuşa bir eşşek yükü
altın fidye verdiğini anlatırdı. Ne abi dönmüş ne de altınlar.
Anneannem, köydeki Ermeni delikanlıların nasıl silahlandırılıp çeteci
yapıldıklarını anlatırdı. Üniformalarını yabancı lisan konuşanlar
getirmiş.


Büyükbabam, Kayseri'de tüm sülalesini kurtarmak için
çırpınan Osmanlı Yüzbaşı'sı Sinan'ı ağlayarak anlatırdı. Sayesinde o
sülaleden kimsenin kılına zarar gelmemiş. Bizler, katliam hikayeleri
dinlediğimiz gibi, bir Ermeni arkadaşı tehcire giderken askerin önüne
yatan Türk'lerin; veya, yurtlarına geri döndüklerinde onlara tekrar
kucak açan Türk komşuların hikayeleri ile de büyüdük.


Onun için "bize sorulsun" diyorum. Kimse bizden daha
objektif olamaz. Bu hadisenin bir uzun anlatımı vardır bir de kısa
anlatımı. Kısası şudur:


Tebaanın bir kısmı emperyalist güçlerin gazına gelip
ayrılıkçılık yapmıştır. Buna kızan Osmanlı hükümeti bölgede tehcir
kararı almıştır. Günün şartlarına göre tehcir (göç) zor koşullar
altında gerçekleşmiştir. Sürgünler, çoluk çocuk muhtelif şekillerde
kırılmış ve kıyıma uğramıştır. Bu kırılma hastalık ve açlık
sebebiyledir. Kıyım ise Osmanlı askeri tarafından organize bir şekilde
yapılmamıştır. Hastalık dışındaki bu ölümler, münferit olaylardır ve
sürgünlerin yanlarında götürdükleri altın paraları gasp etmeyi
amaçlayan bölgenin eşkıyaları tarafından yapılmıştır.

Başka cephelerde de savaşmakta olan Osmanlı askerinin
sürgün esnasındaki cinayet olaylarını önleyecek sayıda ve güçte olup
olmadığı da bir tartışma konusudur. Hal bu iken, o bölgede bu
olayların cereyan ettiği esnada, ülkenin batı bölgelerinde yaşayan
Ermenilerin aynı şekilde bir zulme uğramadığı göz önüne alınırsa, buna
bir soykırım denemez. Pek çok başka kelime söylenebilir; soykırım
hariç. Kaldı ki, söz konusu 1.5 milyon Ermeni sayısı, ölü sayısını
değil kayıp sayısını ifade eder.


Biz Türk Ermenileri, iyi biliriz ki: Anadolu, bu olaylar
esnasında veya sonrasında, Müslüman olmuş Ermenilerle doludur. Bu
kişiler, daha sonra serbest olmasına rağmen kendi dinlerine
dönmemişler ve geçmişlerini gizledikleri için kayıp hanesine
yazılmışlardır.


Sözün kısası budur.


Konuşmak gerekirse biz konuşur olayların uzun hikayesini
anlatırız. Bu konuda bizlerden daha iyi tarihçi de olmaz. Fransızlara
gelince. Onlara da küflü peynir yemek düşer.
Kalın sağlıcakla


Sevan İnce
¾